Delhi Havaalanı’na ulaştıktan sonra ara bir uçuşla vardığımız Varanasi gözlerimin önünde. Küçük bir havaalanından otobüse doğru yürüyen ekibin yorulduğu yüzlerinden belli. Otobüsün penceresinden hepimiz meraklı gözlerle akıp giden şehre bakıyoruz. Hiçbirimiz gözlerimizin önünden geçen manzaraların tanıklık edeceğimiz Hindistan yaşamının bir kesiti olduğunu bilmiyoruz.
3500 yıl önce Tanrı Şiva'nın kurduğu Varanasi'deyiz.
Hindistan bilinmez bir destinasyon; Varanasi başka bir şey!
Adını koymak ne mümkün!
Zaman adını, anlamını, varoluş sebebini kaybetmiş burada, belki de bizim gibi hızlı yaşayanlara ödünç vermiş. Yol kenarına yıkık dökük barakalar sıralanmış, her barakanın üstünde kendinden büyük reklam tabelaları var. Yine de dışarıdan bakan bir göz hangi barakanın ne dükkanı olduğunu anlayamıyor. Koca koca kazanlarda kaynayan yemeklerin olduğu derme çatma yapılar, motosikletlerin üstünde pinekleyen insanlar, emme basma tulumbalardan su çekip çamaşır döven kadınlar. Hepsi hayatı ağır çekimde yaşıyorlarmış gibi. Acele yok, yaşam öylece akıp gidiyor nasıl olsa...
Ülkeyi gördüğüm kısa zaman dilimi içinde Hindistan'a gidenlerden duyduklarımın sadece aklımın köşesine tutturulmuş minik notlar olduğunu anlıyorum. Bu ülkeye az gelecek, anlamama yetmeyecek bir seyahatin ucundayım.
Gezimizin ilk durağı Varanasi.
Ölülerin şehri!
Otele vardıktan kısa bir süre sonra bu sefer şehre dokunmak için yola düşüyoruz.
Şehirde ilk durağımız Mother India Temple.
Otobüsten inip yol kenarındaki tapınağa doğru yürüyor, tapınağa girmeden önce ayakkabılarımızı çıkarıp ayaklarımıza galoş geçiriyoruz. Buraya gelmeden önce ne hazırlıklar yaptık. Sinek kovucular, ıslak mendiller, antiseptik losyonlar, galoş...
Tapınak 1918-1938 yılları arasında şehrin ileri gelenlerinden biri tarafından yaptırılmış ve Gandhi tarafından açılmış. Tapınağın içinde hiçbir Tanrı ya da Tanrıça'nın resmi ya da heykeli yok. Burayı önemli ve farklı kılan tapınağın zeminini kaplayan mermerden yapılma Hindistan haritası.
Tapınaktan çıkar çıkmaz tapınağın karşısındaki üniversiteye gidiyoruz. Hava öylesine sıcak ki beynim pişiyormuş gibi hissediyorum. Üniversitede yürüdüğümüz yol boyunca dilenen çocuklar peşimizi bırakmıyor. Dışarıdan baktığımız üniversitenin döndüğüm zaman bende derin bir iz bırakmayacağını tozlu yol boyunca yürürken anlıyorum.
Seyahatimizin ilk gününde daha bu ülkeye geleli birkaç saat olmuşken hayal kırıklığı yaşadığımı fark ediyorum. İyi ki bir grupla beraber seyahat ediyorum. Yoksa kafamda dolaşan soruların hepsine bir cevap aramam gerekecek. Oysa şimdi çocuk gibi gördüğümüz şeylerle ilgileniyor, birbirimizin fotoğrafını çekiyor, sevimli sohbetler yapıyoruz. Selçuk'la ikimiz burada yalnız olsaydık muhtemelen aklıma takılan her soruyu ona da soracak ve cevapları tartışırken belki de eve dönmek isteyecektim.
Şehirde 3500 tane tapınak olduğu söyleniyor. Kesin rakam değil bu elbette. Fazlası vardır da eksiği yoktur diye düşünüyorum.
Kurnaz bir rehberimiz var. Daha Varanasi'ye yeni gelmişken bizi alıp hemen alışveriş yapacağımız bir yere götürüyor. Alışveriş sonrasında otobüsümüze binip bu sefer Eski Şehrin sokaklarının olduğu mevkiye geliyoruz. Ganj'ın yakınlarındayız. Yaşam, Varanasi'de Ganj kıyısında akıyor.
Otobüsten inip bizi bekleyen (rickshaw) rikşalara biniyoruz. Bunlar Asya ülkelerine gidenlerin sıklıkla karşılaştıkları ya motorlu ya da bisikletli minik araçlar. İkişer kişilik minik gruplara ayrılıyor ve rikşalara yerleşiyoruz. Bizi Ganj kenarına götürecek ve sonra Ganj'dan alarak otobüsümüze tekrar getirecek rikşalar aynı rikşalar. Bu gidiş geliş karşılığında rikşa sürücüsüne 100 rupi bahşiş vereceğiz.
''Tekrar aynı rikşayı nereden bulacağız?'' diye rehbere soruyoruz.
''Sizin onu bulmanıza gerek yok, bahşişini almak için o sizi bulacaktır.'' cevabını alıyoruz.
100 rupinin 5 TL olduğunu burada söylemek gerekiyor.
Hindistan gerçeğiyle ilk kez böyle tanışıyoruz. 5 TL bahşiş almak için rikşa sürücüsü sizi belki on beş dakikalık uzaklıkta bir yere götürüyor. Belirlenmiş bir bekleme yerinde siz geri dönene kadar bekliyor. Bunların hepsini alacağı maksimum 200 rupi için yapıyor.
Rikşalar bizi Varanasi'nin dar sokaklarına en yakın bölgede bırakıyor. Sağlı sollu akan çılgın trafiğin arasında korkuyla yürüyerek Varanasi'nin Ganj'a inen dar sokaklarının içine dalıyoruz. Beklediğim ne bilmiyorum ama tüm duyularım yol boyunca alarma geçiyor. Rikşa ve bisiklet kullanan çılgın bir kalabalık var. Boş buldukları her alana araçlarının ucunu sokuyorlar. Hindistan'da trafik kuralı bu: Boş bulduğun yere gireceksin ve çılgınca kornaya basacaksın. Birbirlerine çarpmamaları gerçek bir mucize.
Bu trafiğin arasında, yollarda ineklerin olduğunu söylememe gerek var mı?
Evet, inekler canları nerede isterse oradalar.
Araçların üstüne cesurca geliyorlar. Trafikte önceliğin kendilerinde olduğunu öğrenmiş olmalılar.
Varanasi'nin Ganj'a inen sokakları arasında yürürken başımı bir sağa bir sola çevirerek yürüyorum. Renkli görüntüler, dükkanlarının içinde kestiren Hintliler, ara sokaklarda gezinen inekler, köpekler dikkatimi ilk çeken görüntüler. Şehrin çoktan eskimiş taşları pislikten görünmez olmuş. Yerler hayvan pislikleriyle dolu. Basmamak için dikkat etmek gerekiyor. Bunun için kafamı neredeyse yerden kaldırmadan yürüyorum; bu da yerdeki her pisliği görmem anlamına geliyor. Hafif bir esinti havayla birlikte keskin bir idrar kokusunu da insanın burnuna taşıyor. Yol boyunca bulunduğu yere işeyen öyle çok Hintli gördüm ki bu kokunun kaçınılmaz olduğunun farkındayım.
Varanasi gerçekten beni çarpıyor.
Fularımla bir taraftan ağzımı kapatıyor, bir taraftan da kendime kızıyorum. Çevreme baktığımın farkında olduğum gözlerle bakmaktan hoşlanmıyorum ama kalkan mideme de söz geçiremiyorum. Nefes almadan bu sokakları atlatmam gerekiyor. Yine de elimde fotoğraf makinesi duvar kenarında bekleşen birkaç Hindu'nun fotoğrafını çekiyorum. Onlar da gerçek Hindular değil zaten. Fotoğraf çekilmenin karşılığında para istiyorlar.
Ölümü yaşamın üstüne koymuş tüm Hindular bu şehre ölmek için geliyor ve ölümü bekliyor. Bu arada da dileniyorlar. Sokaklar yerlerde yatan, dilenen, bir yaprağın üstüne konulmuş sulu bir pilavı elleriyle yiyen insanlarla dolu. Okaliptüs yapraklarının üstüne konan bu sokak yemeğinin fiyatı 10 rupi.
Şaşkın bir vaziyette önümde ilerleyen rehberi takip ediyorum. Ganj'ın nehre inen merdivenlerine yakın bir yerde turuncu renkli bir esvaba sarmalanmış bir ölünün dört kişinin omuzlarında yanımdan geçmekte olduğunu fark ediyorum.
Cenazenin önünden giden genç Hindu dar, karanlık ve ölüm kokan sokakları attığı mantra ile dolduruyor.
‘’Rama nama satya hai!’’
Ölümün değil de ruhun gerçek olduğunu sokakları dolduran herkes duymuş oluyor böylece.
O an, ölümün kol gezdiği bu şehirde böyle bir manzara ile karşılaştığım için kendimi şanslı hissediyorum. Oysa bu görüntüler Varanasi şehrinin gerçeği. Ölülerin yakıldığı iki ghattan birinin yakınında olduğumun farkında değilim. Ganj kıyısına inen merdivenlere ghat deniyor. Hindistan’da yaşam Hindular için bu merdivenlerin üstünde akıyor. Burada yıkanıyor, burada arınıyor, burada çamaşırlarını yıkıyor, bu merdivenlerin üzerinde yakılıyorlar.
Ölü yakmak için ayrılmış iki ghat var: Manikarnika ve Harishchandra.
Dar sokaktan Ganj kıyısına ulaşamadan yoğun bir duman genzimi dolduruyor. Merdivenlerin başına geldiğimde ilk kez Ganj’la tanışıyorum. Yol boyunca otobüsün penceresinden ara ara gözüme değdiyse de bu resmi ilk tanışmamız.
Taş merdivenler yıkık dökük. Merdivenlerin sona erip de düz bir alana açıldığı nehir kıyısında koca koca ateşler yanıyor. Ölü bedenler ateş dağlarının üstünde. Merdivenlerde çömelmiş Hindular gözlerini dikip bize bakıyorlar. Bir an davetsiz olduğumuz bir yere geldiğimiz hissine kapılıyorum. Merdivenlerin alt basamaklarına geldiğimde durup yanan ateşlere dikiyorum gözlerimi. Burada fotoğraf çekmek yasak.
Tuhaf ama olduğu söylenen yanık et kokusu gelmiyor burnuma. Alevler içindeki ölünün etrafında dolaşan birisi ara ara yana ateşin altını karıştırıyor, ateşe yeni odun atıyor.
Gördüğümüz, ateşe nail olan ölüler varlıklı olmalı.
Burada, Ganj kenarında yakılmak her Hindu’nun hayali ama kavuşabileceği bir son değil ne yazık ki. Ganj kenarına kurulu bu iki ghatta yakılabilmek ve Ganj sularına karışabilmek için zengin olmak gerekiyor. Ölümden sonra nasıl muamele göreceğin de paraya bağlı. Rehberin dediğine göre yaşamsal döngüyü temsil ettiği için ölü bedenin altına 360 kilo sandal ağacı yerleştiriliyormuş. Yanarken kötü koku yaymasın diye beden sandal ağacı yağı ile yağlanıyor, Ganj sularında son kez yıkanarak yakılıyormuş.
İrili ufaklı ateşler var beklediğimiz alanda. Bazıları yakılalı birkaç saat olmuş, bazıları sönmeye yüz tutmuş. İnekler ve köpekler ateşlerin etrafında dolaşıyor. Ganj, pislik içinde. Hindular Varanasi’de yanan bedenin reenkarnasyon döngüsünden kurtulduğuna inanıyorlarmış.
Bu pislik ve sefalet aklımı karıştırıyor. Ölmek için yaşamdan vazgeçen bir felsefeyi anlayamayacağımı Ganj’a bakarken fark ediyorum.
‘’Bir de çay ocağı gibi bir yer koymuşlar köşeye. Yuh artık!’’ diyorum.
‘’Sen ölenlerinin ardından etli pilavı dağıtırken iyi!’’ diyor Selçuk.
Ben gideyim de buraları anlamak için birkaç fırın ekmek yiyeyim bari!
Öyle bir yorgunluk çöküyor ki üstüme.
Havalanmak, bir bardak çayın beni beklediği bir köşeye konmak istiyorum.
‘’Akşama ‘’Aarti’’ töreni var.’’ diyorlar.
‘’Tamam’’ diyorum.