Quantcast
Channel: Macera Kitabım'ın gezerken yaşadıkları- Özlem Öztürk
Viewing all 282 articles
Browse latest View live

İstanbul'da kar yağınca Özlem ne hisseder?

$
0
0
     Evde her yağdığı için bayram yapan biri var. Okula gitmediği için mutlu.  Güzel bir okula gidiyor, çoğu şeyi eğlenerek öğreniyor, kendini ifade etmesine haddini aşmaması şartıyla izin veriliyor. Birçokları fikrime katılmayacaklarıdır ama benim için önemli bir konu haddini aşmamak. Kendini ifade etmek başka bir şey, çemkirmek, her b.ku bildiğini zannetmek ayrı! Kibar olamayacağım. Kuzey'in arkadaşı değilim! Olmaya da niyetim yok! 
     Neyse, bu başka bir konu. Diyeceğim şu ki okulu keyifli olsa da okul tatil olunca Kuzey havalara uçuyor. Çok normal! Hangimiz okulun tatil olmasından keyif almazdık ki? Üstelik her ne kadar okulların hepsi not odaklı olmadıklarını ısrarla söyleyip, velilere de not konusundan uzaklaşmalarını, bu konuyu çocuklar üzerinde baskı unsuru yapmamalarını tekrar ederlerken, iş not vermeye gelince havadan bir puan bile vermiyorlar. Vermesinler. Hiç de umurumda değil ama iyi yüzlü olmalarına gıcık olduğumu da söylemeden edemeyeceğim.


    Gelelim karla olan asıl meseleme. İstanbul'da yağan karı sevmiyorum. Pencerenin kenarında oturup karı seyretmek güzel de hangimiz oturup bu anın tadını çıkarabiliyoruz? Benim işe gitmem gerekiyor. Evde oturma şansına sahip insanlardan olmak, battaniyenin altında gevşeyip salebimi yudumlamak ve ''Ohhh be, hayat bu işte!'' demek istiyorum; lakin diyemiyorum. 
Kar yağdığı gün arabamı çıkaramıyorum. Çoktan arapsaçına dönmüş İstanbul trafiğine fazladan bir araba daha eklemek anlamsız geliyor. Uzun lafın kısası, kar yağınca arabasız kalıyorum. Oturduğum yerde toplu taşıma ile ulaşım mümkün olsa inanın arabanın sürücü koltuğuna hiç oturmam ama şimdilik bu ne yazık ki mümkün değil. Kartal metrosuna ulaşmam için bile yirmi dakika araba kullanmam gerekiyor. Toplu taşımamanın şehrin her tarafına yayıldığı şehirlere bayılıyorum.


     Kar yağdığında en çok içime oturan şeyse Kuzey'in evde olması oluyor. Şöyle diz dize oturmayı, yapış yapış olmayı, biraz gülüp biraz kavga etmeyi çekiyor canım. Çalışmayıp da çocuklarının yanında olan annelere diş biliyorum arkadaş! 
Bir de kitap okuma işi var. Dışarıda yağan kara karşı kitap okumak, yazın şezlong üstünde okunan kitaptan bile daha güzel. 

      Gençlerin sardığı bir de dizi var ayrıca: The Flash.
    Oğlumla birlikte koltuğu uzanıp aptal aptal bilgisayar ekranına kilitlenmek, üç-beş bölümü ard arda seyretmek istiyorum. Evet, evet istiyorum! İçim eriyor işte olduğum için. Şu kar hemen eriyip gitse de, benim de çilem bitse!

     İstanbul'da kar mı? 
     Bence hiç de iyi bir fikir değil bu!

Bu sene ne okusam?

$
0
0
Bu sene elimdeki kitapları biraz azaltayım diye düşündüm; zira geçen seneden okuyacağım diye iştahım kabara kabara aldığım bir dolu kitap var. Öylece duruyorlar. Daha önce de söylediğim gibi alma hızıma okuma hızım erişemiyor. Yıllar içinde de sahaflardan, kitapçılardan, fuarlardan alınmış bir sürü kitabın raflarda yattığını düşünecek olursam, bizim evdeki okunmamış kitapların okunma ihtimali yok. En azından benim ömrüm buna yetmez. 
Kitap almamaya karar verdim ama kitapçılarda beğendiğim kitapların fotoğrafını çekip, unutmamak için bir yere not etmeye devam ediyorum. Selçuk'un kitap almamak üzere alınmış bir kararı olmadığı için evimize hâlâ kitap girmeye devam ediyor. Sevgili kocamın ne kendini ne de insanlığı yormayan düşünce şekline bayıldığımı söylemem lazım. 
''Kitap almayacaksın da ne olacak? Üzme kendini böyle şeyler için,'' dedi geçenlerde. ''Almak istediğin kitaplar olursa bana söyle, ben sana alırım,'' diye de ekledi. 

Ben de şimdilik ne okuyacağımı azıcık sıraya soktum. Canım çok fena İskandinav polisiyesi okumak istiyor. Mümkünse yazar İsveç, Norveç gibi kuzey ülkelerinin birinden olsun.


Leylak Dalı, okudum, pek beğendim, ikinci kitabı da sipariş verdim deyince dayanamadım ben de aldım. İkinci kitabı okuyorum. Daha çok vaktim olsa, bir an önce bitireceğim. Yazım dilini çok sevdim, hikâyeye bayıldım. Cuma günü Radikal'in kitap ekinde üçüncü kitabın çevirisinin de yapıldığını gördüm. Kitap almayacağım dediysem de yeni kitabı Selçuk'a aldırtacağım. Minik bir hediyeden zarar gelmez.


Hınzır Kız, Leylak Dalı'nın geleneksel yeni yıl hediyesi. Sıradaki kitabım büyük ihtimalle o olacak. Tokyo Uçuşu İptal isimli diğer kitaba gelecek olursak yine Leylak Dalı'nın önerdiği ve benim de gidip aldığım kitaplardan biri. Kendisinin okuyup da, ''Bu kitap senlik!'' dediği her kitabı okumak alışkanlıklarımdan biri haline geldi.


Ah! Bir tavsiye daha. Sevgili Zeren, Karahindiba Şarabı'nı yere göğe sığdıramadı. Peşinden Lale Abla okudu. Zeren'i doğruladı ve üstüne kitabı mutlaka yaz bitmeden okumam gerektiğini ekledi. Ben kitap elimde sağda solda gezinirken Selçuk kitabı benden önce okudu ve ''Çok güzel kitap, mutlaka okumalısın!'' dedi. Mutlaka okuyacağım ama sanırım bir yaz mevsiminde olmayacak bu kitabı okumam. Nick Hornby'ye gelince, daha önce hiç okumadığım bir yazar ama beni çağırıyor. Yalnız içini şöyle bir karıştırdım da yazıların puntoları gözümü korkuttu. Bu kadar da küçük basılmaz ki ama!


Dublinliler! Hâlâ okumadığım için utanç içindeyim. Bu durumdan kurtulmamın vakti geldi de geçiyor bile. O yüzden zaman kaybetmeden okunacak kitaplarım arasında James Joyce beni bekliyor. Kafka ve Gezgin Bebek kaçıncı kez yazıldı bilmiyorum ama ben bu konuyla ilgili çıkan her kitabı alıyorum. Bunu da aldım ve bu kitap sırada bekleyen diğer kitapları eleyerek öne geçti.
Shakespeare's Secret, bu sene ikinci dönem Kuzey'in okulda okuyacağı kitaplardan biri. Ben de çok merak ettim. Yani bu kitap listeme Kuzey sayesinde girdi. Fena bir kitaba benzemiyor.


Tek Meyve Portakal Değildir, Füsun Çetinel'in okuma listesinden. O yüzden tereddütsüz alındı ve okunmak için sıraya girdi. Sevgili Ursula'yı konuşmaya gerek var mı? Yazmakla ilgili bir kitap...

Bu listenin içine daha neler girer, neler çıkar? 
Mesela Paul Auster'a ilgisiz kalabileceğime hiç inanmıyorum. Kendisi benim ''umut'' yazarım. Kelimeleri her seferinde bana yaşama gücü veriyor. Nedenini bilmiyorum. Tüm kitaplarını bir çırpıda okumamamın tek sebebi Paul Auster'ı tüketmemek. 
Onu öyle çok seviyorum.

Bana Bir Masal Anlat Baba...

$
0
0
Bazı dönemler olanlardan fazla etkileniyorum. Üstüme huzursuz bir hal peydahlanıyor, kovuyorum gitmiyor. Böyle zamanlarda ne yediğimin tadı oluyor, ne içtiğimin. Uykularım zaten çok zamandır bölük pörçük. Bebek gibi mışıl mışıl uyumanın gerçekten ne anlama geldiğini, uykularımı kaybettikten sonra anladım. Tıpkı hamilelere söylenen ''Allah hayırlısıyla kurtarsın!'' demenin ne olduğunu hamileliğimin son aylarında anlamam gibi. Şimdi biraz hamileliğimden bahsetsem ve hamile olma halinden hiç hoşnut kalmadım desem belki bir sürü insan ayıplar beni. Kendimle ve karnımdaki bebekle başa çıkmaya çalıştığım çok zor bir dönemdi. Her insan kendi deneyimini yaşıyor demek ki. 

Asıl anlatmak istediğim hamileliğim değildi aslında. Laf dilimin ucuna gelince, yazıverdim. Etrafımda kim varsa herkes anneannelerinin dedelerinin yaşadığı eski bayramlardan, komşu mahallelerin birbirleriyle yaptığı futbol maçlarından, altına çarşaf yayılıp çırpılan dut ağaçlarının lezzetli meyvelerinden özlemle bahsediyor. Geçmiş, özleme açılan bir kapı sanırım; başka türlü aralanmıyor. 
O eski tek katlı evler yok artık. Yerine modern, devasa apartmanlar diktik. Mahallede belki de tek evde bulunan telefon da tarihe karıştı. Elimizdeki telefonu koltuğun diğer ucunda oturan kocamıza bile uzatmaya üşenir olduk. Her gün çöpümüzü alan, bir istediğiniz var mı diye soran görevlilere hallerini hatırlarını sormuyor, otobüs şoförüne selam vermiyor, bir teşekkürü eksik ediyoruz etrafımızdaki insanlardan. 

Biz, insanlık olarak, kendimizi tüketiyoruz. 
Sebeplerini söylememe gerek var mı? 
Yok bence; zira hepimiz suçumuzu da biliyoruz, yaşamak zorunda olduğumuz cehennemi de.

Sanırım bu durum beni hüzne bulaştırıyor. Dişe dokunur bir sebebim olmadan gözlerim doluyor. İşe gidip, yapmam gerekenleri yapıyor, mesai saatimin bitiminde başımda bir ağrı ile evin yolunu tutuyorum. Ev ile iş arasındaki on beş dakikalık yol boyunca trafikte hiç tanımadığım insanlar bana kızıyor; yaptığım ya da yapmadığım bir hataya karşılık. Eve gelince salondaki koltuğun köşesine oturuyor ve dışarıdaki yaşamı nüfus ettiği vücudumdan kovmaya çalışıyorum. Nafile bir çabayla elbet. Günler günleri kovalarken kitapların dünyası sarmalıyor beni. Ruhum zaten kırgın olduğundan yazılı her metinde kendimi buluyor, bir hecenin köşesine yerleşmiş hüznü bulup çıkarıyorum; üstüme giyiyorum. 
     
Mustafa Koç ölünce gözlerimden sahip olamadığım göz yaşları dökülüyor. Babamı öldüğü yaşta çekip gidiyor bu dünyadan. Umut, böyle insanların sırtında azar azar kaybolup, sırra kadem basıyor sanki. Onurlu insanların bu dünyadan gitseler de o halleriyle hatırlanacaklarını biliyor. Dik durabilmenin ne büyük erdem olduğunu bir kez daha yaşayarak anlıyorum. Hiç tanımadığım birinin ölümü yüreğimde kocaman bir acı oluyor. 

Ülkemin, bu yitip giden güzel insanlara ne çok ihtiyacı var oysa.
Başka biri daha açar mı otelinin kapılarını gençlere?
Bilmiyorum. 

Sonra Tahsin Yücel gidiyor. Her ölüm biraz daha umudu götürüyor. 
Sözcükler tıpkı bahçede donan ağaçlar gibi buz tutuyor. 
Baharda yeniden yeşeren ağaçlar gibi çiçek açar mıyız yeniden?
Söz bitiyor.
''Onuruyla hayata veda eden tüm kayıplarımızın üstüne yıldızlar yağsın,'' demekten başka bir şey gelmiyor elden.

Mario Vargas Llosa: Hınzır Kız

$
0
0
     Bir yazıya başlamanın en zor kısmı, başı; yani ilk paragraf. Burası, benim en çok zorlandığım yer. Nedense ilk paragrafta oyalanıyor, konunun dışında bir yerlerde geziniyorum. Daha iyi yazmaya karar verdiğim ilk yıllarda, -ilk yazıya giriş hikâyem Mario Levi ile oldu-, ödevlerimi günlerce düşünür, dururdum. Bu uğraş günlerimi alırdı. Düşündüklerimi yazıya döktüğümdeyse, okuyanın hemen gözüne çarpan bir telaş satırların arasından sızardı. Girişte lafa nereden başlayacağımı bilememin sancıları hemen kendini belli ederdi. Mario Bey'e yazdıklarımı okuduğumda bu kaygımı dile getirirdim. ''Bana sorarsan ilk iki paragrafı at, gitsin,'' derdi. 
     O zamanlar o ilk paragrafları atmak bile zor gelirdi bana. Acı çekerdim. Sanki sahip olduğum tüm kelimeleri çöpe atıyormuş ve bir daha yazdığım o cümleleri yazamayacakmış gibi hissederdim. Gerçek şuydu aslında: O cümleler bir şeye benzemiyordu. Benim inanmam gereken tek şey, yazmak istediklerimin dilini bulmak için uğraşırsam, aradığımı mutlaka bulacağıma dair inancımı korumaktı.

Mario Vargas Llosa, ilk kez okuduğum bir yazar. 


    Yukarıdaki fotoğraftaki kitaplar, yıllar önce Beyoğlu'ndaki Sahaflar Pasajı'ndan toplanmış kitaplar. Muhtemelen hepsi Selçuk'a ait. Ben Latin Amerika Edebiyatı'nın kıyısından bile geçmemişken, bana Marquez'den bahseder, Yüzyıllık Yalnızlık'ı okuyacağım günü coşkuyla beklerdi. Yine de Llosa okumadım. Sıra bir türlü ona gelmedi. Geleneksel hale gelen yeni yıl kitap hediyeleşmesinde, Leylak Dalı'm Hınzır Kız'ı yolladı bana. Masanın üzerine, dolapların raflarına, sehpaların üstüne, televizyon ünitesinin kenarlarına dizilmiş onca kitap arasından ne okuyacağıma karar veremediğim bir dönem bu aralar. Çok basit kararları alırken bile uzun uzun düşünüyorum. Gereklilikten değil, üstüme birikmiş ataletten. Hal böyle olunca Hınzır Kız, benim için alınmış bir karar gibi geldi. Ocak ayı okumalarımın içine aldım yazarın kitabını. Ne iyi yapmışım, ne kadar doğru bir karar vermişim. 
     İlk sayfadan itibaren öykü kendini anlatmaya başladı. Kahramanlar gözümün önünde ete kemiğe büründü. Ricardo'yu, insanlığını ve kendini bu kadar yıpratan hayatının aşkını kabullenişini çok sevdim. Hızır Kız'a, Ricardo'ya çektirdiklerinden dolayı kızdım. Neden mutluluğu onu bu kadar seven bir adamın yanında aramıyor, beslemiyordu da hep başka maceraların peşinde sürüklenip duruyordu? 

     Ah, biz okurlar! 
    Sanki kendi hayatımızda her şey olması gerektiği gibiymiş ya da yaşamın olması gereken bir şekli varmış gibi roman kahramanlarının hayatına bile burnumuzu sokuyoruz. Bize benzeyen kahramanları severken, başına buyruk ve yaşamının ipini iyi ya da kötü kendi ellerinde tutanlara diş biliyoruz. 
     Şu bir gerçek ki, hikâye ne olursa olsun iyi bir yazarın cümleleriyle başka bir şeye dönüşüyor. Kötüyü bile seviyor, kendimize onu mazur gösterecek bahaneleri sıralıyorsak, yazar işini yapmış demektir. 

Hınzır Kız'ın yüzündeki gülümseme benim anılarımda bir yer kaptı mesela. 

Ocak ayı okumaları beni mutlu etti. Bakalım Şubat neler getirecek?

Kuzey Kutbuna Yolculuk

$
0
0
Tatil bitti ve gerçek hayata geri döndük. 
Ne olacaktı sanki? Tatile gittiğimiz yerleri cebimize koyup eve mi getirecektik?

Size bir şey itiraf edeyim mi, bırakın çocukluğumu, büyüyüp de yetişkin olduğumda dahi aklımın yetemeyeceği bu yerlere, dünyanın tuhaf köşelerime gideceğimi hayal edemezdim. Gece kurduğum düşlerin hepsini makul seviyelerde tutmaya çalışır, umutsuzluğa yatkın kalbimin sızılarını, kendimi teskin ederek gidermeye çalışırdım. Uzun lafın kısası, ezelden beri karamsarlığa yatkın bünyemin farkındayım. Elimden geldiğince kendisine yüz vermemeye ve varlığından habersizmişim gibi davranmaya çalışıyorum.

Fotoğraf yol arkadaşlarımın birinden. Hangisi çekip yolladıysa teşekkürler...
Kuzey Kutbu'na gitmek de aklımın almadığı seyahatlerden biriydi. Hayalini kurup kurmadığımı bile hatırlamıyorum doğrusu. Ama gittik işte! 2016 yılının şubat ayında bir uçağa atlayıp önce Helsinki'ye, ardından da bir saatlik bir ara uçuşla Rovaniemi'ye gittik. Uçağın minik penceresinden sanki tüm yeryüzü bundan ibaretmiş gibi sıra sıra dizilmiş çam ağaçlarını, soğuk coğrafyalara yakışan bu kadim ağaçların beyazla kaplanmış dikenli yapraklarını gördüm. Pist karla örtülüydü ama uçak tanıdık olduğu bu coğrafyaya sarsılmadan indi. Daha doğrusu bir kuş misali kondu.

Fotoğraf yol arkadaşlarımın birinden. Hangisi çekip yolladıysa teşekkürler...
Doğrusu da bu değil mi zaten? İnsanoğlu olarak icat ettiğimiz her şeyi doğadan bakıp yeniden yapmadık mı? 

Bu yazı bir gezi yazısı niteliği taşımayacak anladığım kadarıyla. Doğanın başrole oturduğu destinasyonlar kendilerini yazdırıyorlar sadece. Adını bildiğiniz ve bazılarını hayvanat bahçesinde ya da komşunun bahçesinde gördüğünüz hayvanları yakından tanıyorsunuz. Huskilerin -15 derecelerde yaşayan hayvanlar olduğunu ve bulunduğunuz an itibariyle sanki tüm evreni kaplıyormuş gibi duran karları iştahla yediğini gördüğünüzde her sabah yürüyüş yaptığınızda karşılaştığınız masum huskinin ne kadar acı çektiğini daha iyi anlıyorsunuz. 
Her canlının ait olduğu bir yer var. İnsanoğlu ne kadar da kibirli değil mi?


Lapland'de yaşamam, yaşayamam. Orası benim içine doğduğum, yaşamayı bildiğim coğrafya değil. Helsinki'den başlayan yolculuğumuz boyunca sessizliği, kurallarla yaşamayı, doğaya saygı duymayı, güler yüzlü olmayı deneyimledik. Bir tek kötü sözle karşılaşmadık. Birkaç günlük seyahatimiz boyunca huzurun kıyısında dolaştık. Yaşamı tüm güzelliğiyle kabul eden ve doğanın kendilerini şekillendirmesine izin veren insanları gözlemledik. Oradayken de döndüğümde de aynı hissi taşıyordum içimde: Huzur.


Size geyiklerin, huskilerin ve yığınla karın olduğu bir hikaye anlatacağım. İçinde Noel Baba'nın evi, kutup çizgisi, büyülü bir postane ve karların içinde yapılan romantik bir gezi olacak. Kuzey Işıkları sızacak satırlarımın arasından. Soğuk, beyaz bir iklimde sırt çantamdan bir termos çıkartacak ve çay ikram edeceğim. 

Benimle kutuplara kadar uzanmaya var mısınız?

Kahve Molası

$
0
0
Cumartesi sabahı itibariyle 1.5 saatlik boş zamanım var. Kuzey ders yapıyor, bu arada Selçuk bir şeylerle ilgileniyor. Ben de ne yapacağıma karar verememiş bir halde koltuğun köşesinde oturuyorum. Telefon sehpanın üstünde, uzanabileceğim bir mesafenin dışında ama arada yanıp sönen mesajlar gözüme ulaşıyor. Son birkaç haftadır telefonu elime alasım yok. Facebook'tan çok sıkıldım. Sebebini onlarca kez anlattım. Asıl sebep insanlardan sıkılmam. Apolitik bir insan olmak istemezdim ama ülkenin içinde bulunduğu durumla başa çıkamıyorum. Ne yazık ki son zamanlarda stresle başa çıkamaz hale geldim. Ani öfke patlamaları yaşıyorum. Sinirden gözlerim yaşla doluyor falan. 

Rovaniemi'ye kadar bana eşlik eden kitabım.
Elbette, güzel insanlar da var etrafımda. Seviyorum onları. Arkadaşlarımın mutlu olmalarından mutlu oluyorum. Sosyal medyada kötü haberler görmektense, denize karşı çayını yudumlayan bir arkadaşımın yaşadığı keyif benim de mutluluğum oluyor. Ben kek yapamam mesela! Ama ne zaman fırından çıkmış tazecik bir kekin fotoğrafını paylaşsa birisi, yemin ederim bizim evin içine doluyor kekin kokusu. Hemen bir çay koyuyorum kendime. Hayat, güzel şeylerle ve iyi anlarla anlam kazanıyor benim için. 

Yazının başında anlatmaya çalıştığım gibi evde herkes bir kenara çekilmişken ben de ne yapacağımı düşünüyordum. Bilgisayar dizlerimin üstünde açıktı. İnternette biraz gezineyim dedim. Yine fark ettim ki ben internette gezinmeyi ve kafamı dağıtmayı beceremiyorum. İnterneti sadece ihtiyacım ölçüsünde kullanıyorum. Mutlaka amacım olmalı. Mesela New York'a mı gideceğim, onun için araştırma yapıyorum. Tiyatro bileti alacaksam o sayfalarda geziniyorum. Yoga yapacaksam gideceğimiz yerin yakınlarındaki yoga stüdyolarını listeliyorum falan. Hiçbir şey yokken girecek bir konu başlığı bile yazamıyorum google'ın arama kutucuğuna. Vakit kaybı gibi geliyor bilmediğim sayfalarda gezinmek. Çok uzun zamandır internetten göz gezdirdiğim gazetelere bile göz atmıyorum. 

Şimdi aklımda yazılmayı bekleyen Helsinki ve Rovaniemi seyahati var. Daha çok ''doğaya saygı'' niteliği taşıyacak yazılar olduğunu şimdiden hissediyorum. Bazı seyahatler insanda böyle hisler bırakıyor. Miami yaşlandığımı hissettirmişti bana mesela. Nedenini hâlâ bulamadım ama o hissi çok iyi hatırlıyorum. Kesif bir yorgunluk hissi vücudumu sarmış, otelden okyanusa inen yol boyunca yürürken göz altlarımın her attığım adımda karardığını, yorgunluk hissimin tüm vücuduma yayıldığını hissetmiştim. Oysa ömrümde içtiğim en güzel kahveyi Miami'de kaldığımız otelin terasında yudumladım. 

Anılarıyla bir seyahat daha geride kaldı. Tıpkı ömrümüzün geçmişe emanet ettiğimiz soluk sayfaları gibi. Benim sayfalarım çokça kahve lekesi, mürekkep izleri ve şükürle dolu. 
Aklımda tutmaya çalıştığım küçük bir oyunum var bu arada. Her seyahatte yanıma hangi kitabı aldığımı günlüklerimin bir kenarına yazıyorum. Yanımda taşıdığım kitap bir anlamda şehre yanımda taşıdığım bir arkadaş oluyor. Son seyahate de ''Tokyo Uçuşu İptal'' isimli kitabı götürdüm. O kadar yoğun geçti ki zaman, kitabı okumaya vaktim bile olmadı. Dönüş de telaşla, işe sağlanmaya çalışılan uyumla ve koşturmayla geçti. Sanırım şubat ayı, ocak ayının bereketli kitap okuma performansına rakip olamayacak. 

Bu blog iyi ki var. İyi ki buraya aklımdan düşenleri yazabiliyorum. İşte bir şükür vesilesi daha :)

Kutlanmayan bir sevgililer günü: Şubat'ın 14'ü.

$
0
0
Senenin bu zamanı Paris'e doğru yola düşmenin zamanı. Her sene gittiğimiz tekstil fuarları senede iki kez yapılıyor: Biri soğuk şubat ayına denk düşüyor, bir diğeri bazen bizi ılık havayla karşılayan eylül ayına. 
     ''Bu sene bu soğukta Paris'e gitmek istemiyorum,'' dedi Selçuk. 
Kahvaltının ortasındaydık. İkinci bardak çayımı yudumluyor, mutfak penceresinden görünen karla kaplı bahçeye bakıyordum. Hava insanın hayallerini ertelettirecek kadar soğuktu. ''Burası bu kadar soğuksa Paris daha da soğuktur,'' diye düşündüm. 
  ''Peki, sen bilirsin,'' dedim. Yine de içimde bir his fuar zamanı yaklaştıkça Selçuk'un fikrini değiştireceğini fısıldıyordu. 
Yanılmışım. Selçuk, kararının arkasında durdu. Soğuk havalara olan nefretini Laponya seyahatinde yeteri kadar beslemiş, yazın gelmesini bekliyordu. 

Dün Sevgililer Günüydü. 
Benim için bir anlamı yoktu. 
Özel günlerin, sosyal medyanın hatırlatmasıyla kutlanan doğum günlerinin, gazetelerin yanında dağıtılan pırlanta kataloglarının, televizyondan bangır bangır yedirilmeye çalışılan pahalı bir hediyenin ucundaki sevginin benim için bir anlamı yok. 


Dağlara doğru yapılan bir yürüyüşün, nefes nefese kalıp arada soluklanmanın, şişenin dibindeki suyu içmenin, karların içinde yanan bir ateşin keyfinin parmakta taşınan bir yüzükten ya da kola takılı bir çantadan daha kıymetli olduğunu biliyorum. Ne zaman hayatın anlattıklarını dinlemeye karar verdim, yaşamın paylaşılan güzel anılardan ibaret olduğunu anladım. 
Bir çantanın ömrünün bir insanın ömründen daha uzun olması ne acı, değil mi?


Bu dünyaya anılar biriktirmek, sevdiklerimizle birlikte olmak, zamana anlam yüklemek için geldik. 

Selçuk'un benim için kitapçı raflarında seveceğim bir kitabı araması her şeyden değerli. Senenin bir gününü değil, ömrümün her gününü huzur içinde geçirmek istiyorum. Sizler de öyle istiyorsunuz, biliyorum.

Laponya seyahati geride kaldı. Geniş bir vakit bulup fotoğraflara bile bakamadım. İki haftalık okul tatilinde derslerden kopan Kuzey ve onu okula adapte etme çalışmaları ile uğraşıyoruz. Biraz da asileşti mi ne? Olur olmaz yerlerde sesi yükseliyor, gözleri doluyor. En çok benimle kavga ediyor; oysa bana kıyamazdı hiç. Sussam mı, konuşsam mı, bağırsam mı bilemedim. Sanırım şimdi de bu durumu tecrübe etmenin zamanı. Ah, zorlu bir süreç daha!

Bu arada Simone de Beauvoir ile ilgili bir yazı yazdım. Ne yazdığımı bile hatırlamıyorum ama sanırım onu ne kadar çok sevdiğimden bahsettim. Ne zaman onu düşünsem Montparnasse Mezarlığı'ndaki mezarı aklıma düşüyor. Sartre ile yan yana. 
Aklıma Paris düştü. Fark ettiniz değil mi?


Sevgililer Günü geçti dedim ya; o tek güne takılmayın olur mu? 
Her gününüz sevgililer günü tadında geçsin. Sevdiğiniz insana sahip çıkın, anılarınızı onun anılarıyla harmanlayın. Hayal kurun beraber, sevdiğiniz bir şehrin sokaklarında gezin. Karşılıklı bir çay için. İster sevdiğiniz bir kafede, ister mutfaktaki küçük masada. Göz göze, yürek yüreğe...

''Simone de Beauvior'' okumak sizi de korkutur muydu?

$
0
0
Uzun zaman kafamda Simone de Beauvoir okumayı olgunlaştırdım. Ne zaman bir kitapçıya gitsem, yazarın kitaplarının dizili olduğu rafın önünden geçiyor, soyadlarının alfabetik sırada birbirlerinden uzak olmasından dolayı, ayrı raflarda yer alan Sartre ve Beauvoir kitaplarının kaderlerine usulca gülümsüyordum. Simone'u okumaktan yıllarca uzak durdum. Onu okuma yetisine ulaşmam için çok kitap okumam gerektiğini düşünüyordum. Korkumu usul usul besledim ve bundan da çok keyif aldım. Bir gün artık vaktinin geldiğine inanmış olmalıyım ki Simone'la gerçekten tanışmaya karar verdim.

Konuk Kız, okuduğum ilk Simone de Beauvoir kitabı oldu.
Beauvoir okumalarına ilk onunla başlamamanın özel bir sebebi yok. Evdeki kitaplığımıza baktığımda,  yazarın elimdeki tek kitabının bu olduğunu görmüş ve okumaya oradan başlamıştım. Onca zaman beklemiş, Simone'u anlayacak yaşa geldiğime kendimi inandırmıştım. Onun yaşadığı şehre onca kez gitmiş, oturduğu kafelerde kendime koyu kahveler ısmarlamış, otururken çekilmiş fotoğrafının olduğu masanın karşısına geçmiş, hayali selamlar vermiştim kendisine. Düşünsel anlamda hazırdım. Mezarının önünde sigaralarını içen okurlarının gidecekleri anı beklemiş, ucunu tutuşturacak bir sigaram olmadığı için hayıflanıp durmuştum.


Beauvoir kitaplarından neden yıllarca bu kadar ürkmüştüm?

Sebebi gayet açık: Anlamayacağımı, sıkılacağımı ve kitabın bir yerinde pes edip bırakacağımı düşünmüştüm. Sahip olduklarımın içinde en önem verdiğim şey okumaya olan inancım ve sevgim. Beni kendi gözümde değerli kılan özelliklerimden biri bu. Bunu kaybetmek istemiyordum.

Konuk Kız'da, yeni basılmış kitapların insanda uyandırdığı o cilveli hâl yoktu. Vakti zamanında, -sık sık, burada size hatırlattığım gibi- sahaflardan alınmış bir kitaptı. Lise yıllarımdan beri nedensiz beslediğim hayranlığımdan olsa gerek, benim tarafımdan alınmış olmalı. Küçük puntolarla yazılmış, üstüne eski kağıt ve nem kokusu sinmiş, kalın bir kitaptı. Feminizmin ve Varoluşçu Düşüncenin Üstadı bir yazarın kitabının diyaloglarla süslü olacağını düşünmemiştim. Bu durum kitabı okumayı kolaylaştırıyordu. Uzun ve içinde anlayamayacağım üç beş terimin yer alacağı paragrafları bulmayı beklerken, üçlü bir aşk hikâyesinin içine dalmıştım. Kitabın dilinden ziyade, öyküyü anlamakta güçlük çekiyordum. Yazarın hayatının genel çerçevesinden haberdardım ve bir kadının sevdiği adamı paylaştığı özgür bir aşk anlayışını kafamda bir yerlerde toparlayamıyordum. Üstelik Sartre çirkin bir adamdı. Kitabı bitirdiğimde çok mutlu oldum. Yıllardır Simone de Beauvoir'ı okuyabileceğim zamanın gelmesini beklemiş ve bunu başarmıştım. Yazı dilinden hoşlandığım Beauvoir, artık bana ulaşılabilir geliyordu. Onu anlamak için, yaşamının dilimlerini anlattığı kitaplarını okumaya karar verdim.

Kararımın üzerinden çok zaman geçmemişti ki kitapçı raflarında Simone de Beauvoir'ın Türkçe'ye yeni çevrilen bir kitabını gördüm: Moskova'da Yanlış Anlama. 
Bu blogu okuyanlar, bu kitaptan burada bahsettiğimi hatırlayacaklardır. Kitaptan çok etkilenmiştim. Geriye dönüp baktığımda, biten yazın ardından yazdığım yazıda şöyle demişim.


''Yazımın, sonbaharımın, hatta belki de yaşamımın en güzel kitaplarından biri diyeceğim  bu kitap için...

Son derece güzel anlatılmış, hiçbir dönem edebi değerini yitirmeyecek naif bir konu. Simone de Beauvoir'in kendi yaşam öyküsünden satır araları taşıyan bir anlatı. Daha önce de bir yerlerde söylemiştim, yine söylüyorum: Kitabı bitirdiğimde Simone de Beauvoir'a sarılmak istedim.
Keşke kitap daha uzun olsaydı, keşke Simone de Beauvoir'ın sözcükleri devam etseydi.''

Kitabı bitirdiğimde en çok şundan etkilendiğimi dün gibi hatırlıyorum. Bir yazar, sadece kelimelerden inşa ederek unutulan duyguları tekrar hatırlatabilir mi? Vakti geçtikten, ölümü tamamlandıktan sonra bile zamana karışmış duygular, tavan arasına atılmış bir sandığın içinden çıkarılıp yeniden yaşama karıştırılabilir mi? Mümkün mü bu?

O yaz sonunda, bu kitabı etrafımdaki herkese hediye ettim. Okurken karşılaştığım, kaybolduğunu sandığım duygularla herkes karşılaşsın istiyordum. Kitabı okuduktan ve yazarı anlayabildiğimi düşünmeye başladıktan hemen sonraki ilk Paris seyahatimde, yine Montparnasse'da, yine Beauvoir'ın mezarının başında aldım soluğu. Sevdiğiniz yazarlarla gerçek yaşamda yüz yüze gelemezsiniz. Gelseniz bile hayalini kurduğunuz buluşma değildir bu. Eksik bir şey vardır. Ne söylemek istediğiniz kelimeler dilinizin ucuna gelir ne de duymak istediklerinizi duyarsınız. Bir kere ağızdan çıkan kelimeler, beğenmediğinizde tekrar eski yerlerine dönemezler. Bazen gözünüzde büyüttüğünüz yazarın masada duran bardağı uzanışında eğreti bir yan bulur, dudağının kenarında belirmeye başlamış çizgilerinde sahte kelimeler fark edersiniz. Söz, yazıya dönüşmüş sesler gibi etkileyici değildir.
Beauvoir'ı tanıma şansım hiç yoktu, tanısam da aynı dili paylaşmıyorduk ne yazık ki.

Yazarı sevdiğime karar verdikten sonra Mandarinler'i okuma kararımı hayata geçirdim. Kitaba başladığımda ekimin sona ermesine on günlük bir süre vardı. Ben de kendime ayın sonuna kadar süre tanımıştım. Azimli bir okumanın sonunda yedi günde kitabı bitirdim. Gözümü korkutan bu kalın kitabın okumasının başka şeylerden arta kalan zamanların arasına serpiştirilemeyeceğini düşünerek başlamıştım okumama. Beni dağıtacak tüm diğer keyiflerimi bir köşeye koydum.

II. Dünya Savaşı sonrasında Fransız aydınlarının kendilerini içinde buldukları açmazı anlatan Mandarinler'de Simone de Beauvoir'dan, Sartre'dan ve Camus'dan izler buluyorsunuz. Kahramanların yaşayışları, konuşmaları ve olaylara bakış açıları yaşadığımız şu günde bile bana çok farklı. Bugünün Türkiye'sinde hâlâ kadın kimliği tam olarak oturmamışken ve tuhaf bir şekilde ülkemizdeki kadın nüfusunun büyük bölümü haklarını isteyerek ve güle oynaya teslim ederken kafam karışıyor.
Varoluşunu sorgulayan Simone ise harika!
Elimde kahvemle bir kafede oturmuş sohbet ediyor gibiyim Simone ile. Kitabın sayfalarının arasında bir sürü soruma cevap buluyorum.

''Neden yazmak bu kadar zor Simone?'' diyorum kısa bir an durakladıktan sonra. Cevabı ondan değil Mandarinler kitabının satırlarının arasından Henri veriyor.

''Bir şey anlatmak, hiçbir şey anlatmamaktan daha ilginç! Senin öykülerindeki eksiklik, bence hiçbir şey anlatmamaya kararlı olmandan geliyor. Deneyimlerinden tıpkı bir çocuğun yaptığı biçimde söz edebilseydin, ortaya muhteşem bir şey çıkabilirdi.''



Bizim evde neler oluyor: Hayal Fabrikası!

$
0
0
Bu aralar günler çok hızlı geçiyor çünkü ben çok çalışıyorum. Keyifle geçen Laponya tatilinden sonra bünyemin izin verdiği ölçülerde çalışıyorum. Akşam eve gittiğim zaman genellikle külçe gibi oluyorum. İşle ev arasındaki on dakikalık yolu son zamanlarda yarım saatte alır olduğum için yolda da bir sürü zaman kaybediyorum. Vücudumla birlikte beynim de yoruluyor. Bir koltuğa serilip, bir bardak çayı yudumlamaktan başka bir şey istemiyorum. 


Kuzey artık büyümeye başladığı için her zaman benim gelişimi heyecanla beklemiyor. Buraya taşınmadan önce çok küçükken eve gelme saatlerimde camın önünde bekler, arabamı görür görmez kapıya koşardı. Belli ki o günler çok geride kaldı. Tıpkı bebeklikte birkaç ayda bir değişen huylar gibi şimdi de değişim içinde. Servisten inip de evin kapısından girmeden açtığı telefonların sonu geliyor gibi... Bu durum biraz canımı sıkıyor elbette. Evin kapısından girdiğimde çoğunlukla kulaklarında koca kulaklıklarla dizi seyrediyor: The Flash. Benim yaşımda çocuğu olanlara duyurulur. Birileri de benim gibi bu diziyi bilmemekten dolayı çocuğunun karşısında utanç içinde kalmasın diye söylüyorum. Aslında onun içinde olduğu büyüme sıkıntılarını da anlıyorum. Arkadaşlarının da içinde olduğu popüler bir kültürün içinde olmak istiyor. Aynı dizileri seyretmek, yabancı şarkıcıları takip etmek, şarkı sözlerini ezberlemek. Spotify için üyelik istedi birkaç gün önce. Boş bir vaktimde halledeceğime söz verdim.

Bakıyorum koltuğa uzanmış. Bedeni evin salonunda, ruhu kulağındaki müziğin götürdüğü ergenlik coğrafyasında, ''Gel bir öpeyim!'' diyorum. Şimdilik hâlâ öptürüyor. Bir öpücük kadar vaktim oluyor o zaman, sonra yine dizisine ve süper kahramanların dünyasına geri dönüyor. 
Oğlanın telefondaki sesi de olmasa tüm umudumu yitireceğim. Neyse ki telefondaki alosu incecik sesiyle hâlâ çocuk olduğunu anımsatıyor bana. ''Bir de ne yapıyorsun?'' sorusuna, ''Oyun oynuyorum,'' cevabı gelince benden mutlusu olmuyor. 

Oyun oynamak ne güzel şeydir sahiden. Oyun oynamanın masumiyetine sahip birinin evin içinde dolaşmasından öyle mutlu oluyorum ki. Sanki çiçekler Kuzey oyun oynadıkça daha da yeşilleniyor gibi geliyor. (Saksıların üstüne attığı toplarla kırılan menekşe yaprakları ayrı bir post konusu olabilir)
Onun büyüdüğünü gördükçe zamanın nasıl da uzakta bir yere dört nala koştuğunu daha iyi anlıyorum. 
Beraber minik bir aile olarak kendi kişisel tarihimizi yazıyor olmamız bir mucize gibi geliyor. 

Aralık ayının hızından dem vurmuştum. Ocak ayının ne zaman geldiğini fark etmedim bile. Şimdi şubatı bitirmek üzere olduğumuza inanmak zor. Oysa yapacak ne çok şeyim vardı. Çoğu eksik kaldı yine. Ertelenmiş bir sürü hayali ileride yaşayacağıma inandığım bir zamana bıraktım. Hayat ertelemek, umut etmek ve yaşama inanmakla geçiyor. 
Laponya notları bekleyedursun. Kuzeydeki o soğuk coğrafyayı yazmam için uzun bir zaman ayırmam gerek. Fotoğraflara bakmak, geçmişe dönük hayaller kurmam ve Finlandiya'nın bana ne hissettirdiğini kendime sormam lazım. Böyle bir imgeler dünyası için kabul edersiniz ki uzun saatlere ihtiyacım var. 
Bu akşam ilk defa bir kitap kulübüne katılacağım. Akşam 20.00'de toplanacağız. Uzun zamandır yapacağım ilk anlamlı aktivite olduğu için çok heyecanlıyım. Hayat insanın kendine ayırdığı güzel anlarla anlam buluyor. 
Bir selam vereyim dedim herkese. 
Hayattayım, burdayım :)

Ben yürürken dünyada neler oluyor?

$
0
0
Bugün yürüyüş arkadaşım olarak Barry White'ı seçtim. Birkaç şarkı sonra Barry White  aradığım tadı vermeyince Whitney Houston dinlemeye karar verdim. Sesinin tanıdık tınısı kulağıma ulaşınca bir otel odasında öldüğünü anımsadım. Oradan Los Angeles seyahatimize ışık hızında yol aldım. Yolun karşısında durup Pretty Woman filminin çekildiği Regent Beverly Wilshire oteline nasıl da uzun uzun bakmıştım.

Sonra tuhaf bir düşünce etrafımı sardı. Ben, evimin içinde olduğu sitede aklımda bir sürü düşünceyle yürürken dünyada neler oluyordu acaba?


Geçmişle gelecek ben çocukken de birbirine karışıyordu ama ben bundan bihaberdim. 
Yüzüme kocaman bir gülümseme yayıldı. Şöyle şeyler geçti aklımın ucundan. İçinde olduğumuz anda dünyanın bir ucunda, mesela Brooklyn'de Paul Auster masasında oturmuş yeni kitabını yazıyor olabilirdi. Amerika ile aramızda bir hayli zaman farkı var, biliyorum ama hayal bu. Zamanın bir önemi yok. Paul Auster'ın okumak için heyecanlanacağım bir kitabı yazıyor olması düşüncesi, dünyayı barışla sarmalamak gibi geldi bana. Sonra Patrick Rothfuss'un da Kral Katili Güncesi'nin 3. cildini yazıyor olmasını diledim. Saçı sakalı birbirine karışmış bir halde masanın önünde düşünüyor. Bilgisayar ekranı açık. Kelimeler dile gelmek için bekliyorlar. Yazarın kahramanlarına can vermesi ve biz okuyucularının merakını dindirmesi için yapması gereken tek şey var: Yazmak.


Peki ya Barselona sokaklarında gezinen Carlos Ruiz Zafon'u düşlesem ne olur? Şehrin deniz kokan sokaklarında ağır adımlarla gezinmiş ve şimdi de bir kafede oturuyor. Benim onu düşündüğümden haberi yok elbette. Nereden olsun? Ara sokaklarda saklanmış küçük bir kafe olmalı burası. Daha çok mahallelinin takıldığı o sıcak yerlerden biri. Duvarlarına hikâyeler sızmış olan mekanlardan. Yeni kitabında belki o kafeyle karşılaşır, Zafon'un içtiği sert kahvenin hatırına bilmediğimiz bir kafeye ilerde bir gün gidecek olmanın hayaline tutunuruz. 

Bu anlattıklarım düşündüklerimin güzel kısmı elbette. 
Sonra aklıma ben yürürken ve tatlı düşüncelere dalmışken, dakika başı ölen insanlar, hektar hektar yok olan ormanlar, nesli tükenen canlılar, farkına varmadığım nice acı geldi. Dünyayı değiştirmek öyle kolay bir iş değil açıkçası. Elimizden geleni yapsak da yaptıklarımız hep yetersiz geliyor. 
İyisi mi dedim ben de kendi kendime, ''Sen senin için yazılan kitapları düşünmeye devam et.''
Eve gidince önce bir duş alır, sonra bir bardak çay içersin.

Finlandiya: Helsinki'de yarım gün.

$
0
0
Bazı şehirlere şöyle bir bakıp geçersin. Daha iyi tanımak için yeterli zamanın yoktur. Hafifçe dokunulmuş bir tokalaşma kadar kısadır aranızda geçenler. Helsinki de böyle bir şehir benim için.
Rovaniemi'ye olan yolculuğumuz sırasında bizi konuk eden misafirperver bir şehir. O yüzden hakkında boyumu aşan büyük laflar etmeyeceğim.

Biz vardığımıza Helsinki kışı yaşamaya çoktan başlamıştı.
Helsinki'yi gezmeye hazır mıyız?
Şehrin merkezinde sadece bir gece konaklayacağımız otelimize yerleştiğimizde etrafa sadece göz atabilme şansı bulduk desem yeridir. Bir de bizim ailede soğuktan, fazla giyinmekten hoşlanmayan biri var. Aslında ona sorsanız, kıştan nefret ettiğini açıkça söyler de, ben yine de kışın gönlünü kırmak istemiyorum.

Ekibin ilk selfisi :)
Helsinki'nin bana sunduğu en güzel şeyin donmuş bir deniz olduğunu hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim. Otelden sokağa çıkıp denize doğru yürümek, her yola düşenin ilk yapacağı şeydir herhalde. Şehir gezilerinin hepsi denize doğru yol alır.

İnanmıyorum, deniz donmuş.
Hayatımda ilk defa böyle bir ana tanık oluyorum. Denizden bir parça alıp eve getiresim geliyor.
Üstünde yürümek için cesaretim olsa keşke!

                            Kuzey'e, ''Bu anı, bu donmuş denizi beyninde, gönlünde bir yerde sakla,'' diyorum.
Biz de Market Place diye tabir edilen bölgeye doğru yürüyüşe geçtik. Yol üzerinde Senato Binası'nın önünde durduk, birkaç fotoğraf çektik, kafalarımızı kaldırıp binaların cephelerine baktık, sokaklara anlam yüklemeye çalıştık.
Kaldırımları kaplayan karların üstüne minik taşlar dökülmüştü kaymayı önlemek için. Sokaklar İstanbul sokakları ile karşılaştırılamazdı; zira etrafta adı konulmamış bir sakinlik vardı. Hayat, kışın etkisinden olsa gerek yavaş akıyordu. Soğuk bu coğrafyanın gerçeği olduğundan olsa gerek, sanki ortalıkta kar kıyafetleriyle gezen ve üşüyen yegane insanlar bizlermişiz gibi geldi.
Ben buza dönmüş Baltık Denizi'ne hayaller yükleyerek bakarken etrafımdan akşam üstü koşusuna çıkmış insanlar yanımdan gelip geçiyordu.

''Sahi bir deniz nasıl donar?'' Söyler misiniz bana?
Bu sene sanırım benim doğa karşısında saygı duruşu yaptığım sene olarak tarihe geçecek. 

Denizin karşısında serin havaya rağmen bir müddet durduk. İnsan donmuş bir denizi her zaman görmüyor. Eski fotoğraflardan Marmara Denizi'nin de yıllar önce donduğunu görmüştüm. 
Üşüyen bedenlerimizi ışıtmak ve acıkan midemizi doyurmak için Kapalı Pazar'a girdik. Genellikle kuzey ülkelerinde gördüğüm bu kapalı pazar fikri çok hoşuma gidiyor. Kapının ardındaki kafeler, minik restoranlar, tezgahlar da yine yanıltmadı beni. Ahşap zemin üzerine inşa edilmiş bu alan sıcacıktı. Şarküteri satan dükkanların tezgahları peynirler ve soğuk mezelerle doluydu. Kocaman karidesleri gören Kuzey'in gözleri yuvalarından fırladı.

Bu kapalı pazarlar kuzey ülkelerinin olmazsa olmazı. Soğuğa çare :) 
Market Place'in içindeki kafelerden biri.
Grup kalabalık olunca mutlaka biri bir şeylerin tadına bakıyor :)
Burası benim mabedim! 
''Ben yemekten sonra cheese cake yiycem!''
 Grubun büyük çoğunluğu çorba içmeye karar verdi. Kuzey ve ben balık çorbası, Selçuk gulaş tercih etti. Soğuk havada çorba gibisi yok diyip klişe bir cümle kurmuş olacağım ama öyle...
Kuzey yemeğini yedikten sonra biraz ilerideki hoş kafede gördüğü orman meyveli cheese cake oldu. ''Yemeden buradan çıkmam,'' dedi. İnsanın yemek yemeyen bir çocuğu olunca bu cümleler şok etkisi yaratıyor. Ben de çorbacının karşısından kahvemi aldım ve tekrar denize bakmak için dışarı çıktık. 

Deniz insanı hayrete düşürecek kadar donmuştu. :)

Ah Helsinki!
Sana gereken önemi veremediğimi biliyorum. Affet beni! 
Daha sonra Helsinki sokaklarında dolaşmaya verdik kendimizi. Bir sokaktan ötekine geçtik, dışarıdan ışıltılı kafelerin içinde kahvelerini içen insanları seyrettik. Çocuklar karın üstünde birbirleriyle didiştiler. Alışveriş Caddesi üstündeki mağazalara baktık.



En çok Kappeli Restaurant'ı sevdim. İçeri girip yemek yemedik. Yine de aklıma yazdım. Selçuk'la baş başa bir Helsinki gezimiz olursa bu romantik restoranda mutlaka bir akşam yemek yiyeceğim.

Haksız mıyım?

Sonra ben grup arkadaşlarıma internetten bulduğum ve biraları ile ünlü bir yere gitmek konusunda baskı yaptım. Çoluk çombalak biralarıyla ünlü bir mekana gitmek. Fikir olarak çok iyi gözüktü gözüme. Gidince de iyi ki gelmişiz dedik. Erkeklere biraz daha alkollü, kızlara ise daha hafif bir bira seçtiğimi düşünerek herkesin bira siparişini verdim. Sonuçta biraz daha dikkatli baksaymışım, bizim içtiğimiz biranın alkol oranının daha düşük olmadığını anlardım. 
Neyse, sonuçta kızların birası nefis çıktı. Erkeklerinki eh işte :)

İl Birrificio 

Patates kızartmalarınaysa diyecek bir şey yoktu. On porsiyon patates kızartması söylemiş olabiliriz. Çocuklar karınlarını doyurdular bir güzel. 
Patates kızartması dünyanın her yanında yenecek yegane yemek ve biranın yanına da çok yakışıyor.

Yarım günlük Helsinki gezisinden ne olacak? 
Hard Rock Kafe'ye gidip alışveriş yaptık, oraya giderken içinden geçtiğimiz bir pasajda gördüğüm organik ürünler satan bir gıda marketinde kendimi kaybettim. Böyle marketlerin bizde de açılmasını diliyorum. Söz veriyorum sadece oradan alışveriş yaparım. 

Ertesi sabah kahvaltının ardından ben ''Rock Church''ü görmeden Rovaniemi uçağına binmem diyince koştura koştura kiliseye gittik. Buradan söylüyorum: Dünyanın her yerinde bir sürü katedral, kilise görmüş olabilirsiniz. Bir müddet sonra hepsi birbirine benziyor, kişinin imge dünyasında silikleşip karışıyorlar. Ama mutlaka Kaya Kilise'ye gidin. Çok huzur veren ve şimdiye kadar gördüklerinizden farklı olacak.




Hadi artık Rovaniemi'ye gidelim. Uçak birazdan kalkacak.


Laponya'da görüşmek üzere!

Şubat okumaları

$
0
0
Bakın haftanın başı sonuna yaklaştı bile. Farkında değildiniz değil mi?

Dün felaket bir yağmur vardı İstanbul'da, bir gün önce de nefis bir gün. Mart ayına hiç güvenmediğimden olsa gerek, dünkü yağmur içimdekileri dökmem için vesile oldu. Mart'tı işte. Bildiğimiz Mart. Sağı soluna uymayan, hatır gönül dinlemeyen, olmadık zamanlarda olmadık işler yapan...
Mart ayını sevmemin tek sebebi ardından nisanın gelmesi. 

Gelelim şubat ayı kitap okumalarıma. Bu güdük ay benim için çok verimsiz geçti.

Bir havaalanında mahsur kalan on üç kişinin her birinin birer hikâye anlattığı Tokyo Uçuşu İptal okuduğum kitaplardan biri oldu. öykülerin her biri ''Binbir Gece Masalları'' tadındaydı. Normalin dışına çıkan ve akışı bozan bir yanları vardı. Bu farklı parçayı, düzenin dışına çıkan öyküleri sevdiğimi söylemem gerek. Ara ara, ''Hay Allah! Bu fikir de yazarın aklına nerden gelmiş?'' diye düşünmedim değil. Yine de çok iyi bir öykü okuyucusu değilim. Romanın içindeki uzun süreci sevdiğimden olsa gerek, bu kısa ve keskin anlatım tarzı beni çok çekmiyor. Öykü okumayı öğrenmem gerekiyor.


Diğer bir kitap, Can Yayınları'ndan çıkan Virginia Woolf ile Vita Sackville-West'in fırtınalı ilişkisinin anlatıldığı Virginia ile Vita idi. Herkesin en azından adını duyduğunu düşündüğüm Virginia Woolf'un kitabı Orlando'nun yazım sürecini ve kitabın esin kaynağı Vita'yı anlatan bir kitaptı okuduğum. Kitaptan ziyade Vita'nın ayrı bir post konusu olabileceğini düşünüyorum. Virginia'ya bu kadar acı çektiren ve sadece onunla değil etrafındaki birçok kadınla da adı bir dolu aşk karışan bu asilzade kadın sahiden ilginç. Zamanın koşullarını da düşünürsek insanın yaşananlara inanası gelmiyor ve sanki anlatılanların hepsinin absürd olduğunu düşünüyor.


Bu iki kitabın dışında bir de uzun zamandır okunmayı bekleyen bir kitabım vardı. Nick Hornby ve ''How to be Good''  Sonunda Nick Hornby ile tanışmış bulundum ama kitabın kahramanının iyilik hareketi bana biraz fazla geldi ve yer yer adamı dövmek istedim. İyiliğe karşı bir yanım var belki de!
Bu kitaptan sonra Barış Bıçakçı'nın Seyrek Yağmur isimli son çıkan kitabını okudum. İncecik bir kitaptı ama nefisti. Damağımda çok leziz bir tat bıraktı. Rıfat'ı, o şişman gövdesiyle çok sevdim.



Mart ayında ne yaparım, ne okurum bilmiyorum. 

Aklımda James Joyce'un Dublinliler'i ve Elizabeth Gilbert'ın yaratıcılıkla ilgili çıkan son kitabı Büyük Sihir var. Bu arada Lale Abla ile birlikte gideceğimiz kitap kulübü için Isabel Allende'nin Kaderin Kızı kitabını okumalıyım. Daha siparişini bile vermedim. Bir an önce bu işi de halletmeliyim. Mart ayında daha iyi bir performans göstermek istiyorum. Gel gör ki bu ay bizim evde sınav haftası. Bu Kuzey'le birlikte zaman harcamam anlamına geliyor. Artık eskisi kadar birlikte ders çalışmasak da yanında oturmamı ya da çalıştığı yerlerden soru sormamı falan istiyor. Ya da öğrendiklerini dinlememi. Sanırım artık ders çalışmaktan çok ilgiyi ihtiyacı var. 

Şimdilik biz de durumlar böyle.

Düşler Diyarı: Laponya

$
0
0
Helsinki Havaalanı'nda uçağımızı beklerken camdan bakıp şöyle düşünüyorum: Bu karda uçakların kalkıp inmesi mümkün mü sahiden?''
Korkularımın hepsi yersiz çıkıyor. Uçağımız ne kalkarken, ne de inerken varlığını hissettirmiyor. Gerçek bir kuşmuş gibi süzülerek konuyor pistin üstüne. İşte geldik. Uçağın minik penceresinden altımızda uzanan çamla kaplı doğaya bakıyorum. Tüm doğa beyaza boyanmış gibi. Sahi bu beyaz dünyanın altında nasıl bir şey var?

Sonunda Santa'nın Resmi Havaalanı'na ayak basıyoruz. Havaalanının içinde Santa, geyikleriyle birlikte uçuyor. 

Senenin sadece son ayı değil de, sanki kış aylarının hepsinin adı yeni yıl olmuş bu coğrafyada.


Dışarı adımımızı attığımızda yol kenarlarındaki karların dizimize kadar geldiğini fark ediyorum. Yol işaretlerinin olduğu trafik tabelalarının hepsi karla kaplanmış. Isıtıcılı trafik tabelası üretme fikri düşüyor bizimkilerin aklına. Nasılsa pazar hazır, hemen ellerinin altında.

Karlar Diyarı Laponya
Önceden ayarlanan bir minibüse binip otelimize doğru yola çıkıyoruz. Yol boyu ağaç, yol boyu kar. İstanbul'da yağdığında insanda uyanan dehşet duygusu burada hissedilmiyor. Kar, hayatın gerçeği. Yollar sakin. Araçlar yanımızdan hızla akıp geçiyorlar.
Otelimiz havaalanından biraz uzakta. Rovaniemi'nin merkezinde kalmıyoruz.İçinde aktivite yapma imkanının olduğu ve çocukların eğleneceği bir oteli tercih etmiş arkadaşlarımız. Son güne kadar otelin, aslında bir spor kompleksi olduğunu fark etmiyorum. Lobiden görünen kocaman bie havuzu ve yüzenleri dikkatle izleyen bir cankurtaran var. Kuzey, son gün çok ısrar edince onunla birlikte otelin alt katına iniyorum ve gözlerime inanamıyorum. Otelin alt katı kapalı bir koşu pistine ayrılmış. Parkurlarda antrenörler eşliğinde koşan atletler var. Dahası otellerdeki dandik spor salonlarının ötesinde, -iki koşu bandı ve dört dambıl olan güya spor salonları-, bir fitness salonu bulunuyor. Çünkü burası gerçek bir spor salonu. Bu hiç aklıma gelmezdi. Bu manzarayla karşılaşınca spor aşkım depreşiyor hemen. Ne yazık ki spor ayakkabı getirmemişim. Sanki getirseymişim spor yaparmışım gibi hayıflandıktan sonra beni eleştiren içimdeki o kötü karaktere çıkışıyorum: Kes sesini, tatile geldik buraya!

Rovaniemi'de geleneseksel Fin yemeklerini denemek için iki adres veriyorlar sizlere: Rovaniemi'nin merkezindeki Nili Restoran ve Sky Hotel'in Restorantı.

Otele gelir gelmez odalarımıza dağılıyoruz. Lobide buluştuğumuzda herkes kayak kıyafetlerini giymiş ve Rovaniemi'yi keşfetmeye hazır. Kuzey Kutup Dairesi'ndeyiz ve gece elbette erken çöküyor.İlk gecemizde geleneksel Fin yemekleri yiyeceğiz. Bu yüzden merkezdeki Nili Restaurant'a gidiyoruz. Rezervasyon saatimize daha vakit olduğundan dışarıda geziniyoruz.



Ekip yemek seçiminde üç kısıma ayrılıyor. Ben tercihimi somon balığından yana kullanıyorum. Kuzey de benimle aynı fikirde. Ekibin diğer kısmı ızgarada kızartılmış geyik etini tercih ediyorlar. Biz daha önce Talin'de geyik etini bu şekilde yediğimizden Selçuk için tercihimizi geleneksel yöntemlerle pişmiş geyik etinden yana kullanıyoruz. Tencerede pişmiş geyik :)
''Ne?'' diyor Selçuk. ''Bana başka bir şey mi sipariş verdin? Keşke klasik yemek siparişi verseydin?''
''Sordum ya sana?'' diyorum ben de. Tabii ne desem Selçuk'u ikna etmem mümkün değil. Yemeği gelene kadar stres içinde oturuyorum. Neyse ki masada en çok beğenilen yemek onunki oluyor da ben de rahatlıyorum. Yemeğinden memnun olduğu andan itibaren, seçim onun olmuş oluyor. Kötü olsaydı ben hata yapmış olacaktım elbette :)
Bu stresli süreç içinde elbette kendime bir bira ısmarlıyorum. Ben birayı en çok açken içmeyi seviyorum zaten.


Nili Restaurant'nın dibinden başladığımız cadde yürüyüşünde ilk gözüme çarpan Hemingway Kafe. İster inanın, ister inanmayın Hemingway, dünyanın her köşesinde bana selam veriyor.


Loş ışıkların altındaki kafenin yanından geçip, karşılıklı dükkanların sıralandığı yol boyunca yürüyoruz. Hava olması gerektiği kadar soğuk değil: -10 Derece.
Rovaniemi'nin merkezi öyle büyük bir yer değil. Trafiğe kapalı geniş bir sokağın iki yanında birkaç kafe, restoran, hediyelik eşyalar satan dükkanlar sıralanmış. Bü geniş yolun sol tarafı başka ara sokaklara açılıyor. Erkenden inen gecenin ortama romantik bir hava kattığını fark etmemek mümkün değil. Yine de burası ışıklarla, sıcak dağ kulübeleriyle, şömine ateşleriyle süslenmiş bir yer değil. Kışın karla birlikte masallardaki gibi ışıltılar kattığı Avrupa kasabalarının havası yok. Ne yazık ki yok! Yolun iki yanına sıralanmış düz binalar burayı bir şehir yapmış, üstüne de kar yağmış. Hepsi bundan ibaret. Sokaklar sessiz, soğuk tüm köşe başlarını mesken edinmiş.
Rovaniemi sokakları beklediğimin tersine çarpmıyor beni!

Rovaniemi nasıldı Kuzey? ''Çok eğlendim, anne!''
Rovaniemi'de gece hayatına kapıdan bir bakış attık.
Nili Restoran'dan herkes mutlu ayrıldı. Buradan bir taksiyle otelimize geri döndük çünkü Kuzey Işıkları'nı görmek için şehrin dışındaki Arctic Snow Hotel'in olduğu yere gitmek için bir araç gelip bizleri otelimizden alacaktı.

Kuzey Işıkları'nın peşinde düşecekler için önemli bir bilgi!!! 


Kuzey Işıkları'nı görebildiğimiz bir dönem var. Kısa bir aralık değil aslına bakılacak olursa. Ağustos ayı sonlarından, nisan başlarına kadar devam eden bir dönem. Kuzey Işıklarını görebilmek için şehirden uzak bir yere gitmenin tek sebebi şehir ışıklarından uzaklaşmak. Diyelim ki şehirden ve gözümüzü alan kent ışıklarından uzaklaştık, her şey halloldu mu? Ne yazık ki hayır! Kuzey ışıklarının gözümüze görünür olması için aynı zamanda havanın bir de bulutsuz olması gerekiyor. Yani gökyüzünde çok yıldız olması lazım. :)
Bir de bu nefis doğa olayına tanıklık edebilmeniz için olmazsa olmaz bir kural daha var: Şans.
İşin gerçeği bu! Şansınız varsa herkesin peşinde koştuğu kuzey ışıklarını görüyorsunuz. Yoksa da şansınıza küsüp, başka bir zamana niyet ediyorsunuz. :)
Biz de şehir ışıklarından uzakta olmak ve kuzey ışıklarını görmek için Arctic Snow Hotel'in olduğu yere gittik. Otelimizden kırk dakika uzaklıkta bir yere geldik. Kar Oteli gezdik, etrafındaki iglolara baktık. Gittiğimiz yer o kadar bakir bir yer gibi geldi ki, donmuş gölün üstünde kuzey ışıklarını beklerken, ''Acaba bir gece de iglolarda mı kalsaydık?'' diye aklımdan geçirdim.

Elbette, taksilerin ucuz olmadığını bilmekte fayda var sevgili arkadaşlar. Ne de olsa bir Avrupa ülkesindesiniz. Noel Baba kimseye kıyak geçmiyor. 

Gelelim Arctic Snow Hotel'e ve otelin her sene tekrarlanan yapım aşamasına.



Sevimli bir rehber kız grubumuzu kapıda karşıladı ve hemen karla kaplı otelin kapısından içeri adımımızı attık. Duvarları karlarla kaplı otele girer girmez burnuma kesif bir yemek kokusu doldu. Muhtemelen dışarıdaki restoranın kokuları kardan yapılma otelin duvarlarına sinmişti.


Kuzey için etrafı karlarla kaplı bu binanın içinde gezmek, odalarında dolaşmak, buzdan yapılmış koltuklarda oturmak, üstüne ren geyiği postu serilmiş yataklara uzanıp burada bir gece konaklamanın hayalini kurmak müthişti. Gezerken gözlerine inanamadı, her odaya girdi, hemen hemen buzdan yapılma her heykelin yanında poz verdi ve ''Ne yani burada sahiden bir gece kalmayacak mıyız?'' diye hayıflandı.

Açık konuşmak gerekirse ne Selçuk da ne de ben de böyle bir macera ruhu yok. Tamam, blogun adı Macera Kitabım ama buzla kaplı bir odanın içinde, kim bilir kimin kullandığı belli olmayan bir uyku tulumuna girip, bir de üstünde üstlük 350 Euro vermeye niyetim yok. Konforumun başladığı yerde benim için macera bitiyor. Sıcacık odamda uyumak varken sabaha kadar üşümek benim kitabın macera kısmında yer almıyor.


Burada olmanın en güzel kısmı, uzun çam ağaçlarının ardına gizlenmiş donmuş bir gölün üstünde yürümemizdi. Kuzey Işıkları'nı bekleyeceğimiz yer burasıydı. Gözümün değdiği her yer karla kaplanmıştı ve çantamda termosun içinde içilmek için bekleyen sıcacık çay vardı.
Size bir şey itiraf edeyim mi?
Sıcacık bir çayın güzelleştiremeyeceği hiçbir şey yok dünyada!
Peki o gece beklediğimiz ışıkların ucuna tutunabildik ve ilk geldiğimiz gece muradımıza erdik mi?
Işıklar yoktu. Vardı da bulutların arkasına gizlenmişti.
Yine de gölün üstünde durmak, sessizliğin sesini dinlemek ve kağıt bardaktan da olsa çayını yudumlamak nefisti.

Facebook'a biraz ara verelim, hayatımız nasıl hafifliyormuş görelim.

$
0
0
Mutlu olmaya karar verdim. 
Bugün çok uzun zamandan beri işten birkaç saatliğine kaçtım. Buyaka AVM'ye gidip bir şey almam gerekiyordu. Alışverişimi yapıp Meydan'daki Saray'a gidecek ve canım arkadaşımla birkaç saat sohbet edecektim. Saatin farkında değildim ama alışveriş merkezine girerken hoparlörden yayılan ses alışveriş merkezinin açıldığını ve konuklarına iyi alışverişler dilediğini söyleyince saatin on olduğunu anladım. Ben de şu alışveriş delilerinden olmuştum galiba. Yoksa sabahın köründe ne işim vardı burada? 

Hızlı adımlarla hedefim olan mağazaya yürürken etraftaki insanlara kaydı gözüm. Abartmıyorum herkesin elinde bir cep telefonu vardı ve tüm benlikleriyle ekrana kilitlenmişlerdi. Bu görüntülerle zaten çok sık karşılaşıyorum artık. Sabahları sitede yürüyüş yaparken de otoparklardan arabalarıyla çıkan her şoförün elinde telefonu oluyor. Telefonla yatıp telefonla kalkıyoruz vesselam. 


Geçen hafta artık çok sıkıldığım ve yıldığım için facebook'tan emekli oldum. Öyle kesin bir karar değil benimkisi. Facebook'a, kullanıcılara falan da buradan pislik atacak değilim. Benim mola sebebim, ruhumun çok kirlenmiş ve yorulmuş olması. İşin en kötü yanı, facebook orucu yüzünden sevdiğim insanların kitap paylaşımlarımdan, bana ilham veren yazılarından ve keyifli çay-kahve fotoğraflarından da mahrum oluyorum. Amma velakin, işin tüm stresine, yoğunluktan birkaç satır yazamamama ve iç sesimin devamlı hayıflanıp durmasına rağmen huzurluyum arkadaş. 


Yeni bir karara kadar bu böyle olacak. Bir haftalık süreçte facebook'a bakmadığım zamanlarda krize girmediğimi de anlamış oldum. Hani az önce alışveriş merkezlerinde bir banka oturmuş, ya da çalıştıkları mağazalar süpürülürken kapıda cep telefonlarına bakan insanlar vardı dedim ya, işte ben o insanlardan olmayacağım. Zaman akıp giderken ben yaşadığım anın içinde olacağım ve hayatı ıskalamayacağım. Bugünlerde beni en çok sevindiren kararım bu. Varsın herkes her an ne yaptığımı bilmesin! Ben o anı sevdiklerimle yaşıyorum ya, bana yeter!

İnsanlık için küçük ama bu blog sahibesi için büyük bir adım bu. Belki Nirvana'ya bile ererim. :)

Biten bir Paris seyahatinin ardından...

$
0
0
     Bir Paris seyahatinin daha sonuna geldik. Güzel günler hemen geçiyor, değil mi? Bir haftalık tatilin sonunda, ''Bu tatil bana yetmedi.'' diyen bir Özlem, ''Bence tam tadındaydı, artık eve dönelim.'' diyen bir Kuzey, '' Tamam, sıcak bir havada birkaç günlüğüne tekrar seni Paris'e götürürüm.'' diyen bir Selçuk vardı. Hava buz gibiydi, güneş arada sırada kendini gösterdi. Dönüp geriye baktığımda yapmayı hayal ettiklerimin bir çoğunu yapamadan geri döndüğümü fark edip, hayıflanıyorum. Zaman bana hiç yeterli gelmiyor zaten. Ne evimde, ne Paris'te!



Bu gidişimizde Montmartre'da, Sacre Coeur'e birkaç dakikalık uzaklıktaki bir apartmanda bir daire kiraladık. Beğendiğimiz başka evler de vardı ama fiyat açısından bu daire bize çok anlamlı geldi. Evin genel durumunu değerlendirecek olursak fazla bir sıkıntı yoktu aslında. İlk gün eve en kısa mesafedeki metro durağında indik: Chateau Rouge
     Metrodan çıkışımızda inanılmaz bir keşmekeşin içinde bulduk kendimizi. Tüm sokağı sokak satıcıları kaplamıştı. Kimi kavrulmuş kabuklu fıstık satıyordu, kimi taze meyve, kimi de uyuşturucu. Kalabalığın içinden sıyrılmakta zorluk çektik desem abartmış olmam. Paris'teki Afrikalı nüfusun tümü sanki burada yaşıyordu. Köşe başlarını tutmuş kılıksız adamlar, ellerinde sigaraları ve içkileriyle volta atan serseriler vardı. Yol boyunca yan yana sıralanmış bir sürü kuaföre denk geldik. Hepsinin içi tıklım tıklım doluydu. Saçlarını taratan mı ararsın, tek tek ördüren mi yoksa tırnaklarını boyatan mı? Paris'in hiçbir yerinde böyle iş yapan kuaförlere denk gelmedim. İlk gün eve ulaştıktan sonra bir daha bu istasyonu kullanmayıp, Montmartre'a çıkan dik merdivenleri kullanmayı tercih ettik. Açık konuşmak gerekirse, hiç tekin bir yer değil bu bölge. 



       Dönerken bir kez daha merdivenlerden bavul taşımak istemediğimiz için bu metro istasyonunu ve dolayısıyla bu yolu kullandık. Metro istasyonuna giriş de tam anlamıyla bir düş kırıklığıydı benim için. Metrodan çıkışta otomatik göz ile devreye giren ve dışarı çıkışı sağlayan kapıların önünde duran bir adam kapının açık kalmasını sağlıyor ve dışarıdaki grubun içeri biletsiz girmesini sağlıyordu. Görevli kadın da oturup bunu çaresizlikle izliyordu.
Dayanamayıp, ''Bu normal mi?'' diye sordum.
''Değil ama ne yazık ki başa çıkamıyoruz.'' diye cevap verdi.

     Bu gördüklerim de Paris'in başka bir yüzüydü. Kendi adıma şöyle bir sınır çizdim. Benim için Paris'te konaklanacak son bölge Montmartre sınırının ötesi olmayacak bundan sonra.

Teşekkür Pazartesisi: Hayat, geçen hafta...

$
0
0
Çilek Suyu Sibel'i izleyeniniz var mı?

Ben çok keyifle takip ediyorum kendisini. Cuma günü yolladığı şükür ve teşekkür konulu yazıları her zaman içimi ısıtıyor, kalbimin sevgiyle dolmasına sebep oluyor. Geçen gün kendi kendime şöyle dedim, ''Madem bu kadar seviyorsun, neden sen de yazmıyorsun? Hem bu sıkıcı gündemden sıyrılmak için bir sebep bulmuş olursun kendine, hem de hayatındaki güzel şeyleri görmeye odaklanırsın.''

Bu hafta bu postun konusu için bir sürü malzemem var üstelik. En sevdiğim şehirdeydim.
Geçen haftanın en güzel kısmı cumartesi günü sabah erkenden başlayan seyahatimizdi elbette.
Seyahatin iyi taraflarından biri de Kuzey'in tatil moduna girip, birkaç fotoğraf çekmeme hatta onları sosyal medyada paylaşmama izin vermesiydi. Kaderde bu durumlara düşmek de varmış, ne yapalım?


Haftanın en güzel sabahı, serin de olsa bir Paris sabahına uyanmamdı. Evde ilk önce uyananın kim olduğunu tahmin edersiniz herhalde. Çatıların üstü gecenin soğuğu ile ıslanmıştı. Gün tam anlamıyla aydınlanmamıştı ama ben yine de yataktan erkenden fırlamıştım. Ne de olsa bu şehirde saatler çok hızlı ilerliyordu.


Dubai'de yaşayan arkadaşlarımız seyahatlerinin yönünü Norveç'te değiştirdiler ve oradan bir Paris uçağına atlayıp yanımıza geldiler. Birkaç nefis gün geçirdik birlikte. Bu işe en çok sevinenler çocuklar oldu. Kuzey, onlar gittikten sonra bize bu durumu sık sık hatırlattı: ''Seyahatin en güzel günleri ilk üç gündü çünkü Can ve Alp buradaydı.''
Peki ya biz ne oluyoruz?


Şimdilik onlar pek farkında değiller ama aralarındaki onca kilometreye rağmen yıllardır çok güzel bir arkadaşlığı götürüyorlar birlikte. Kız çocukları gibi değiller. Birbirlerini görünce sarılmıyorlar mesela. Ne yapacaklarını bilmedikleri tuhaf bir an oluyor aralarında ve sonra konuşmaya başlıyorlar. Okuldan, bilgisayar oyunlarından, savaşlardan, en güçlü ordusu olan ülkelerden... Pek iç açıcı konular değil biliyorum ama durum bundan ibaret.
Hem Paris'te olmak hem dostlarla birlikte olmak düşünüldüğünde teşekkür edilecek bir hafta yaşamışız sahiden.

Gelelim daha İstanbul'dayken ig'den açıldığı haberini aldığım Shakespeare and Co. kitabevinin kafesinde içtiğim çaya. Böyle güzel bir gün de oldu yani hayatımda. Seyahatin en çok yapılmak istenen maddelerinden biriydi.


Bu sefer daha önce hiç görmediğim İngilizce kitaplar satan bir kitapçıya denk geldim: San Francisco Book Company. Kitapçının kırmızıya boyalı çerçeveleri ve kaldırımda da içinde ikinci el kitapların durduğu birkaç tezgah vardı. Arkadaşımın okumaktan çok hoşlandığı James Patterson kitaplarını bu tezgahlarda buldum. İçeri girdiğimde sadece dışarıdaki tezgahlarda değil, aynı zamanda içeride de ikinci el kitapların olduğunu gördüm.


Dünyayı sırtında gitarıyla gezen gezginlerin çoğalması ümidiyle hepimize nefis bir hafta diliyorum.


Elbette benim yazacak, anlatacak çok şeyim var. İnanır mısınız şimdiden özledim Paris'i :)

Kış bahara dönerken...

$
0
0
      Bazen aklımdan yazıya dökecek çok şey geçiyor. Şimdi zaman olsa da oturup bunları yazsam diye düşünüyorum. Sonra içinde bulunduğum anın heyecanını, masanın önüne oturabildiğim zamana kadar saklayamayacağımı hatırlayıp endişeleniyorum. Öyle oluyor çünkü. Kulağımın dibinde bana yapacaklarımı söyleyen, listeler yaptıran, ilham veren o ses kuş olup uçuyor.

     Pazartesi sabahı gazetenin pazar günkü seyahat ekini çantama atıp iş yerime getirdim. Bir ara okurum diye düşünüyordum. Elimi bile uzatamadım gazeteye. Bazen masanın diğer ucunda oturanlar uzanıp gazeteyi alıyorlar. Bakıyorlar ki eski haberler tekrar yerine bırakıyorlar. Televizyonun karşısına da pek geçmiyorum. İzleyecek bir şey bulamıyorum. Bizimkiler bazen Survivor'a takılıyorlar. Baba-oğul yarışmaları izleyip, eğleniyorlar. Onlar televizyonun karşısına geçince, ben fark ettirmeden odayı terk ediyorum. ''Yatağınızda kitap okumayın,'' diyor uzmanlar. Uykusuzluğun sebeplerinden biri uyumaya hazırlandığın yerde kitap okumak olabilirmiş. Uyku rutini oluşturmak gerekirmiş. Uykuya dalamama problemi çekmeme rağmen uzmanları dinlemiyorum. Kitabımı alıp yatağıma gidiyorum. Kitap okumayı en sevdiğim yerlerden birisi orası çünkü. Yumuşacık yatakta uzanmış kitap okurken hem bedenim dinleniyor, hem de ruhum.


      Mart ayı kitap kulübümüz için Isabel Allende'nin Kaderin Kızı adlı kitabını okudum. Bu kadın kesinlikle her derde deva. Yazmak için doğmuş. San Francisco'nun tepelerindeki evinde oturmuş, Golden Gate Köprüsü'ne bakan penceresinin önünde harıl harıl yazdığını hayal ediyorum. Birkaç röportajında, kitaplar olan bir odada çekilmiş bir fotoğrafına denk geldim. Klasik bir berjere oturmuş, zarif bir şekilde bacak bacak üstüne atmıştı. Bu fotoğrafı görmeme rağmen yazarın çalışma odasının bu oda olduğuna inanasım gelmiyor. Kafamda yarattığım, satır satır kitaplarını yazdığı oda bu olamaz. Isabel Allende'nin düzenli bir kadın olduğuna inanasım gelmiyor. Duvarın köşesine dayanmış bir masada kahve makinesi vardır mutlaka. Yeniden boyanma zamanı çoktan gelmiş olan duvarların, sehpaların, hatta odadaki eski kanepenin üstünde yığılı kitapların üstüne bile kahve kokusu sinmiş olmalı. Bence bir önceki günden kalan kahvenin dibini camın kenarındaki saksının dibine döker Isabel Allende ve yeni demlenen kahvesini alıp yazmaya koyulur.
Kesinlikle böyle olmalı Şili'li yazarın yazma rutini. İçinde barındırdığı onca kelimeyi sıkıcı bir düzenin içinde yazamaz. Sanki Allende'nin düzene sokabildiği tek şey kelimeleridir.


   Isabel Allende bu yazdıklarımı okusaydı ne düşünürdü acaba? Dünyanın bir ucunda bir kadın dağınık bir mutfak masasının önüne oturmuş, sabahki kahvaltıdan kalanları bile toplamamışken hakkımda atıp tutuyor diye aklından geçirir miydi? ''Tatlım,'' derdi belki de, ''Ne hoş bir kadınsın sen. Nerden geliyor aklına böyle şeyler. Oysa kahve bile içmem ben.''
Bu hafta sonu yapılacaklar listemde Mahir Ünsal Eriş'le tanışmak var. Ne güzel değil mi?

Ben bi' koşup geleyim!

$
0
0
Sevgili Blog,

Her tatil sonrası olduğu gibi yine bir sürü kararla döndüm seyahatten. Tatile çıkmanın tek anlamı buymuş gibi gelmeye başladı artık:  Bünyeyi saran karamsar ve bezgin ruh halinden sıyrılmak için bir fırsat yaratmak. 
Evet! Tam anlamıyla hissettiğim bu. Yapamayacağımı bildiğim bir sürü karar alarak dönüyorum her seferinde. Bu kararları alırken de kendimi çok güçlü hissediyorum. O anlarda, yıllardır spor yaparak güçlendiremediğim kol kaslarım şişiyor, göğsüm bir zafer nidasıyla birlikte öne doğru atılıyor. Şöyle bağırmak geliyor içimden: ''Çekilin önümden, içimde kabaran her şeyi başarma arzusunu durduramıyorum.''



Eh, tatil dediğin bu zaten!

İstanbulda seni bekleyen sorumlulukların hepsinden uzak olmak, ödenecek faturaları sanki hiç var olmamışlar gibi düşünmemek, hayatı olduğu gibi kabul etmek... Daha ne olsun? Hayat hep bu kıvamda olsa, belki de tadından yenmez. Yurttan uzakta olduğum böyle zamanlarda, özellikle bir kafede oturmuşsam aklımdan süper düşünceler geçiyor. Gözlerimden taşan tuhaf başarma azmiyle başa çıkamaz oluyorum. 
''Bundan sonra sabahları daha erken kalkacağım.'' diyorum kendime zaten oğlanı okula yollamak için 6.30'da kalktığımı unutarak.
''Bre insan evladı! Daha kaçta kalkacaksın, 5.00'de mi?'' demek aklımın ucundan bile geçmiyor. Eğer erken kalkma işini kafamda yoluna koyduysam, bu sefer sıcacık bir bitki çayıyla kendimi pencerenin önünde buluyorum. Hayalimde tabii. Gün yeni uyanıyor ve ben uzun zamandır dinlemeyi bıraktığım ruhumun sesine kulak veriyorum. 
Şöyle diyor içimdeki cılız ses bana: ''Merhaba Özlem. Uzun zamandır yoktun buralarda!''

Ee, nerdeydim peki?
İş, güç peşindeydim tabii ki.
Yaşamak için çalışmak gerekiyor. Sabah kalkıp işe gitmek, akşam İstanbul trafiğine karışıp, hayatından bezmiş bir halde eve dönmek yaşadığım şehrin gerçeği. Var mı başka bir formülü olan? Eve ulaştım diyelim. Gün içinde yaşadığım tüm gerginlikleri de iş yerinde bırakmayı başarmam şart. İşi eve taşırsam nasıl mutlu olurum?

Gördün mü sevgili blog, her şeyi yoluna koymak ne kadar da kolay! Başa çıkamıyor musun hayatla, tatile çıkacaksın o zaman. Günde helalinden yirmi kilometre yürüyecek, el oğlu nasıl da korumuş iki yüz yıllık kaldırım taşlarını, binalarını, kafelerini diye kafa yoracaksın. Sonra benim gibi hayatı bardağın boş tarafından değil, dolu tarafından görmeye başlayacaksın. 

Aklına listelerin gelecek. Oturduğun bir kafede defterini açacak, yapılacaklar listeni yazacaksın bir bir. 
     * Eve döndüğümde daha çok İngilizce kitap okuyacağım. Ne böyle hep Türkçe, Türkçe. Sonra unutuyorsun işte okumaya okumaya.
      * Yok, yok! Sadece kitap okumak yetmez. Bir de konuşma dersleri gibi sınıflara falan mı katılsan. Öff, onlarda da çok acemiler oluyor canım. Senin daha hızlı bir şeye ihtiyacın var. 
    * Aslına bakarsan vaktini doğru planlarsan Fransızca öğrenmeye bile vakit ayırabilirsin. Önce oğlanın Duolingo sitesinden çalışmaya başlarsın yavaş yavaş. Baktın ki hızlı gidiyorsun, kurs mu yok sana İstanbul'da?
    * Ne zamandır şu çok popüler yabancı dizileri de takip edemiyorsun zaten. İyice uzaklaştın sen edebiyattan, sanattan, sinemadan. Önce Game of Thrones'un geçen sezonlarını izle, sonra da Vikingler'e başlarsın. Akşamları bir bölüm izlesen yeter aslında. 
     *  Bloga düzgün yazı da yazmadın. En son iki hafta önce mi yazmıştın? İçimde kaynayan bu kadar kelime varken, neden susuyorum ben? Aslında vaktimi birazcık daha dikkatli kullansam, iki günde bir yazarım ben ya. Evet, evet kesin yazarım. 
     * Bir de yürüdün mü sabahları, kim tutar seni be Özlem?

Sanırım yeni bir seyahatten döndüm ben. 
Yapacak ne çok şeyim var. 
Kaç günde yeniden fabrika ayarlarıma dönerim?
Var mı bir bilen?


Teşekkür pazartesisi: Hayat, geçen hafta...

$
0
0
Hafta sonu yazmaya niyet ettiğim ''Teşekkür Pazartesisi'' yazısını yazamadım. Neyse ki yazamama sebebim affedilecek cinsten. Çünkü hafta sonu bahar vardı, kendimi elimde devamlı tazelediğim çayımla hayatın akışına bıraktım.
Pazartesi sabah hallederim nasıl olsa dedim, olmadı. Akşamın bu saatine kadar masanın önüne, kendime ait birkaç saati harcamak için oturamadım. Yine de gün bitmiş sayılmaz. 

Kuzey'ciğim arkadaşlarıyla beraber ilk okul gezisini yaptı. Perşembe sabahı çok erken bir saatte havaalanına bıraktığımız oğlumuzu, cumartesi akşamı teslim aldık. İlk başka bir az heyecan yaptım açıkçası. Öyle çok büyütmedim olayı, karalar bağlamadım ama evin sessizliği tuhaf geldi. 
''Ev ne kadar sessiz değil mi Kuzey olmadan?'' dedim Selçuk'a. 
''Hee!'' diye ağzının içinde bir şeyler geveledi Selçuk. ''Çocuğa bağıran kimse olmayınca sahiden sessiz oluyor ev!''
İzmir dönüşü sabahleyin uçağa yetişmek için cep telefonunun alarmını kurup, ilk çalışında kalkan Kuzey, benim için gerçekten şükür sebebi :) İşte, büyüdüğünün bir kanıtı!

Geri kalan şükür sebeplerimin çoğu Tabiat Ana'ya gidecek sanırım. Toprağa böyle bağlanmanın, otu- böceği sever olmanın yaşla bir ilgisi var mı millet?


İlk teşekkür bahçede kendi kendine açıveren, günümü güzelleştiren şu gelinciğe gelsin. Görür görmez fotoğrafını çektim. Havanın nefis olduğunu görünce mutfağa girip nefis bir çay demledim. Bakın size ne göstereceğim, diyerek ev halkını oturdukları yerlerinden kaldırdım. Yetmedi, yan bahçede seyahatten yeni gelmiş eşiyle kahve içen arkadaşımı da sohbetinden ettim. Görülmesi gereken bir şey vardı: Bir gelincik. 
Ne oldu, bilin bakalım. Gelinciği bulamadım. Yarım saat önce bağrış çağrış etrafta koşuşturan çocukların işi olmalı diye düşünüyorum. Muhtemelen anneye götürülen bir hediye oldu benim gelincik. 


Yaşamımızdan ağız tadıyla yudumladığımız çaylar eksik olmasın. Son zamanlarda gece çaylarını yudumlayamaz olsam da, çaysız bir yaşamı düşünmek bile istemiyorum.


Daha önce ekili olduğu yer çok rüzgar aldığı için değiştirdiğimiz akçaağacımız kıpkırmızı dallarıyla bize gereken cevabı verdi. Belli ki yeni yerini çok sevdi. Biz de çok sevindik :)


Böyle bir güzellik için ne diyeyim ben? Hayat, renklerle çok ama çok güzel.


Sadece bitkilerden beslenecek halimiz yok herhalde. Cheesecake dilimimin öyle azıcık ezilmiş görünmesine de aldanmayın lütfen. Zavallı buzdolabına sıkıştırılmak zorunda kaldı. Ataşehir'de Maria'nın cheesecake'leri diye bir dükkan var. Aman Allahım, nasıl cheesecake yapmaktır o öyle. Ufacık bir dükkanda adını doyuran, lezzetiyle parmak ısırttıran küçük esnaf kadınlar var ya, onları ayakta alkışlıyorum ben. Her seferinde cheesecakeleri götürüyorum.


Bu parmaklar her seferinde tertemiz olsalar da benim her şeyim. Hayatta her gün şükrettiğim, varlığı için teşekkür ettiğim tüm dünyam. Makaronları hiç affetmedi. ''Bu adam işini biliyormuş vallahi!'' diye de Pierre Herme'yi takdir etti. Pierre'in de Kuzey'in takdirine eminim çok ihtiyacı vardı. :)


Bir teşekkür de kocanın ekmek yoğuran ellerine gelsin. Böyle giderse kilo alacağımız açıkça görünüyor.


Son teşekkür adını yazarsam rahatsız olacak olan arkadaşlarımdan birine gitsin. Yeni taşındığı fabrika binasının bir katını sergi salonuna ayırmak ve sergi açmak isteyen insanlara maddi hiçbir çıkar gözetmeden salonlarının kapısını açmak her babayiğidin harcı değildir. O yüzden dünyada hala böyle insanlar olduğu için gerçekten şükran duyuyorum. 

İşte benim haftam böyle!
Herkese süper bir hafta dilerim ve öperim.

''Çelınç varmış!'' Benim de yapasım var vallahi- Gün:1

$
0
0
Fermina'da gördüm önce. Saçaklı, challenge'ı başlatmış. Sonra giderek çoğaldı düelloya katılanlar. Benim de içim kaynadı.

Tamam, hiçbir şeye tam anlamıyla zaman ayıramıyorum, yetişemiyorum ama gönlüm de her şeye bulaşmayı istiyor işte. Annem ben daha küçükken bu huyuma çok kızar, ''maymun iştahlı'' derler senin gibilere diye söylenip dururdu bana. Her gün okuldan başka bir istekle gelirdim: Koroya katılmak istiyorum, hafta sonu folklor kursu açılıyormuş, arkadaşlarım mandolin kursuna gidiyor.... gibi isteklerim annemin çatık kaşlarıyla karşılaşırdı. Gerçi az önce saydığım her şeye bulaşmış olduğum düşünülürse, istediğim her şeyi de cebren ve hile ile almışım bizimkilerden.
Bu arada, konuyu dağıtmak da en iyi becerdiğim işlerden.

Efendim, neymiş ilk soru?

Müzik listemizdeki ilk on parçayı ve nasıl hissettiğimizi paylaşacakmışız. 

Şimdi bu şarkı sıralama işleri bana çok zor gelir. Bir şey sorulduğu zaman bildiğim şeyi de unuturum zaten. Karışık çalacaktım aslında listeyi ama işime gelmedi pek. Zaten çok sevmediğim bir şarkı gelince geçiyorum ben o şarkıyı hemen. Diyeceksiniz ki şimdi siz bana: Sil o zaman.
Hehe, tembellikten şekerim. Tembellikten silmiyorum.


1) James Blunt- Same Mistake
Sabahları yürüyüş yaparken James Abi çoğu zaman yanımda yürüyor oluyor. Nerdeyse tüm şarkılarını seviyorum. Sesi bana nefis geliyor. Sokakta görsem koşup alnından öperim. O kadar seviyorum. Açık ara en sevdiğim şarkısı, Same Mistake. Her dinlediğimde hata yapasım, ''Hata yaptım ulan, ne var bunda?'' diye bağırasım geliyor. Öyle iyi geliyor bu şarkı bana.



2) Michael Buble- That's Life
Michael'ın da nerdeyse tüm şarkılarını seviyorum. Hangisini seçsem diye düşündüm uzun uzun. Bu istede başka Michael şarkıları da çıkabilir yani karşınıza ama ''That's Life'' yine yaşamla ilgili, hayatı bana her unuttuğumda hatırlatan ve şükür duygularıyla dolduğum bir şarkı. Yaşlanıyor muyum ne?

3) Michael Buble- Home
Seviyorum bu çocuğu. Şarkı adından da anlaşılacağı gibi özlem, aşk, ev kokusu taşıyor. Dinlerken hayallere dalıp gidiyorum. Valizimi hazırlıyorum, sadece gerekli şeyleri alıyorum yanıma, evdeki tüm muslukların kapalı olduğundan, fişte bir şeyin kalmadığından emin olup yola çıkıyorum.

4) Edith Piaf- Non, Je ne Regrette Rien
Tartışmasız şu dünyaya gelmiş en güzel kadın sesidir kendisi. Kimse onun gibi içten söyleyemez benim için. Pişmanlık yoktur kitabında. Şarkıyı dünlerken neler hissettiğimi keşke anlatabilsem. Edith, başka bir şey benim için. Paris sevdamın ses olmuş hali.

5) Edith Piaf- La Vie en Rose
Bu listede bolca Fransızca şarkı olmasının bir sakıncası yoktur herhalde. Eşi dostu kandırmaya da gerek yok. Oğlanla ortak noktamız olsun diye Katy Perry, Taylor Swift denemelerin oluyor sıkça ama yok! Benim gerçek dünyam yalnız kaldığımda ortaya çıkıyor hemencecik. Mutlu hissediyorum bu şarkıyı dinlerken. Bir de ülke değiştiriyorum. :)

6) Stacey Kent- Jardin d'hiver
Dönüp dönüp ardından koşturduğum bir kadın sesi varsa, o da Stacey Kent. Huzuru kollarında, şarkılarında buluyorum. Kafam boşalıyor, içimdeki sıkıntılar hafifliyor. Dertlerimden arınıyor, hayat daha kolay geliyor.

7) Nina Simone- My Baby Just Cares for Me
Kendisi benim güzeller güzeli Nina'mdır. Öyle severim. Laf söyletmem, söyleyeni oyarım. Dünüm, bugünüm, yarınımdır. Sanırım vazgeçilmezimdir. Hep daha çok yaşamasını hayal ettiğimdir desem, onu nasıl sevdiğimi anlarsınız, değil mi? Yukarıdaki şarkı sadece sevdiklerimden biri.

8) Passenger- Let Her Go
Şükür ki oğlumla bir yerlerde buluştuğumuz oluyor. Passenger, ikimizin müzik listelerinde de yer alan bir grup. Son zamanların keşfi benim için. Ama belli ki hayatımıza girdiler ve artık hep aramızda olacaklar çünkü naifler. İnsana inanç ve umut veriyorlar. Onları dinlerken dünyada hâlâ iyilik varmış gibi hissediyorum.

9) Damien Rice- Blower's Daughter
Dünyayı güzel kılan böyle içten sesler midir? Bilmiyorum.
Bu şarkıyı her dinlediğimde ağlamak istiyorum. Peş peşe dinlemek...
Şimdi ne hissettiğimi yazarken bile tıkandım, boğazıma bir yumru geldi, oturdu. Damien Rice İstanbul'a geliyormuş. Gitsem mi acaba?

10) Feridun Düzağaç- Tüm şarkıları
Seviyorum Feridun'u o kadar! Bir gün konserine de gideceğim elbet, o kadar! İçip, kesinlikle sarhoş da olacağım. Hatta kusabilirim bile. Hiç sorun yok.
Viewing all 282 articles
Browse latest View live