Quantcast
Channel: Macera Kitabım'ın gezerken yaşadıkları- Özlem Öztürk
Viewing all 282 articles
Browse latest View live

Beni kahreden bloglar

$
0
0
Blog yazmaya başlamadan önce internette sadece aradığım bir bilgiye erişmek için dolaşırdım. Bazen girdiğim bir yazının içinde kaybolur, aynı dilden çıkan başka yazıları da okurdum. Özgün kişilerin yazılarıyla doldurduğu o sitelerin ''blog'' diye nitelendirildiğinden, bu işin de ''bloggerlık'' diye tanımlandığından haberim yoktu elbette. 

Herkes blog yazabilir. Keşke herkes yazsa. Ruha iyi gelen bir şey bu. Yazmanın iyileştirici yanından bininci kez bahsetmeyeceğim burada; bunu hepimiz biliyoruz zaten. 
Neden burada yazdığıma gelince: Kendi kişisel tarihimi bir yere not ediyorum. Geriye dönüp baktığımda kızdığım şeyleri görüyor, unuttuğum kimi mutluluk anlarını hatırlıyor,  burası olmasa belki de not düşmeyeceğim bir olayı fark edip, ''Ah, iyi ki buraya yazıyorum.'' diyorum.

Peki hangi blogları takip ediyor, hangilerinin yanından ışık hızıyla ayrılıyorum?

Takip ettiğim bloglara gelince, elbette her blogu takip etmiyorum. Zamanım ve ilgi alanım herkes gibi kısıtlı.

Ah şu anne-çocuk blogları:

Fotoğraf şuradan

İnsan çocuğundan daha fazla başka bir varlığı sevebilir mi? Zannetmiyorum.

Evlat sevgisi bambaşka bir şey. AMA diyerek bir parantez açmak istiyorum burada. Peki çocuğumuz oldu diye tüm hayatımızı onlara mı adamalıyız? Gecemiz, gündüzümüz, neşemiz, yediğimiz, içtiğimiz ve sadece ama sadece bahsettiğimiz şey çocuklarımız mı olmalı?
Anneliğinin ilk aylarında, -adaptasyon süresince-, devamlı yaşadıklarından ve bebeğinden bahseden anneleri anlıyorum. Farklı bir deneyim bu. Onlara söyleyecek bir lafım yok. Geçen zaman içinde sadece çocuğundan bahsedip, Onu nasıl özenle beslediğini, en organik kıyafeti giyebilsin diye saatlerce yaptığı araştırmayı, hangi sabunla çamaşırlarını yıkadığını, deneyimlerini sadece deneyim olsun diye değil de başka annelere de örnek olsun diye yazan annelereyse bildiğin kılım.

Bir kere çok sıkıcılar, bunu bilmeleri gerek. Evet, sıkıcılar!

Diyeceksiniz ki okuma! Okumuyorum ben de. Çocuğundan yaşamının bütünü değil de parçasıymış gibi bahseden, muhteşem bir anne olmanın ötesinde, sevabıyla günahıyla bir insan olduğunu hissettiren anneleri okuyorum. Eğlenceli oluyor onları okumak. Kendi geçtiğim yolları görüyorum. Güzel anılar, uykusuz geceler aklıma geliyor.

Kıl olduğum anne tipi var ya, işte bu tiplerin belirgin özellikleri var.

Bir kere hayatlarının her döneminde, her şeyi muhteşem yapıyorlar. Yaşama Sanatı, bunlardan soruluyor. Bekarken, bekar yaşamını en iyi bilen ve yaşayan tipler bunlar. Hayat vur patlasın, çal oynasın. ''Arkadaşım, biraz azaltsan mı sigarayı desen'', hayatın böyle zevklerle anlamı olduğunu anlatacaklardır sana. Sonra bir koca buluyor bu tipler. Bilin bakalım ne oluyor? Anında on parmağında on marifet bir ev kadınına dönüşüyorlar. Kocasından önce kalkıp nasıl da kahvaltı hazırladığını anlatan postlar dökülüyor kalemlerinden. Öpücükle uğurluyorlar biriciklerini.

Ah, iyi bir aile için ne gerekli peki? Tabii ki bir çocuk; bir prens ya da prenses.

Oraya gelmeden önce koydura koydura yazdıkları hamilelik postlarını okuyoruz. Daha hiç kusanını, sürece uyum sağlayamayanını, yaşadığı süreçten keyif almadığını yazanı görmedim. Yok anacığım! Yazılan postları hepimiz biliyoruz değil mi? Her ay karınlarının fotoğrafını çekmeye başlıyorlar. Çek de, Victoria Beckham değilsin sen, bunu da bil. Hamilelikte nasıl beslendim, bebeğimle ilk ayım, artık iki kişiyiz, bebeğim benim gibi muhteşem bir varlık olacak postları ardı ardına geliyor. Bu tiplerin hiçbir zaman ''her şeyi unutma, gaz, vücutta ödem'' gibi problemleri olmuyor. Hamileliğin son aylarında saat başı çişe kalkmıyorlar. Onlar insanüstü yaratıklar çünkü. Ne yalan söyleyeyim kendilerini gördükleri aynadan bir tane istiyorum ben. Nerede satıldığını bilen var mı?
Baby shower'ları falan atlıyorum, bakın. Sıkmayayım sizi daha fazla.
Neyse, şükür ki doğuruyorlar.
''Hoşgeldin Ayşe!''
''Hoşgeldin Ali!''

İşte ondan sonra önceki hayatlarındaki bekar kadın tamamen ruhlarından siliniyor. Hemen bir fotoğrafçı çağrılıyor, bebeğin fotoğrafları çekiliyor. Hepsi de ne tatlı oluyor, değil mi? Yeni doğmuş bebeklere bayıldığımı itiraf ediyorum. Benim bu bebişlerden sıkılmam anneleri yüzünden!
Ne müthiş bir anne olduklarından fikrinden sarhoş olduklarından olsa gerek, anneliklerini öyle çok övüyorlar ki ben de kusma hissi yaratıyorlar. Kendi uykusuz, saçımın başımın birbirine girmiş halini hatırlıyorum. Tişörtümün omuz kısmından burnuma bir kusmuk kokusu geliyor. Bir böyle anne olamadın diye çemkiriyorum kendime.
Velhasıl, bebeğinin gülüşünü değil de onu nasıl organik beslediğini, nasıl da özenle giydirdiğini, hangi mağazalardan alışveriş yaptığını anlatan anneleri izlemiyorum. Siz neden onlar gibi alışveriş yapamıyorsunuz sevgili bloggerlar?
İnternet başına geçip sadece bir tıkla kredi kartınızdan birkaç yüz lirayı çektirtemeyecek kadar aciz misiniz?


Neyse, diyeceğim o ki çocuğundan yazılarında bahseden insanları izliyorum.  Yazılarından keyif aldığın bir sürü bloggerın, anneliğini paylaştığı yazılarını keyifle okuyorum. Görmeden tanıdığım, büyüdüklerine tanıklık ettiğim çocuklar var burada. Bu annelerin yorulduklarını, nasıl da bir çay içimlik bile olsa zaman bulamadıklarını, hayatlarının farklı bir evresinde olduklarını anlattıkları yazılarını okuyorum. Bir gerçeklik yayılıyor yazdıklarından.
Samimiyetleri, neşeli anlatımları hoşuma gidiyor. Diğerleri bana göre değil.

Gelelim makyaj bloglarına.


Bir de makyaj blogları var. Allah sevenlerinin başından eksik etmesin. Bir insanın kaç milyon tane ojesinin olabileceği karşısında dehşete düşüyorum. ''Arkadaşım ne yapıyorsun o kadar ojeyi? Senenin her günü ayrı bir renk sürsen sıra gelmez.'' demek istiyorum. Sonra tırnaklarına yazık! Tabii ben bunların hepsini o şık kadınlardan biri olmadığım için söylüyorum. Her gün oje sürmeyi kafamda canlandırmam bile mümkün değil. Bir arkadaşım çalıştığı zamanlarda, gün aşırı manikür yaptırdığını söylemişti de ağzım o günden beri açık kaldı. Bana bu işler insanın kendine yapabileceği en büyük eziyet gibi geliyor. Tabii bana! Yapana saygımız var. Her daim bakımlı, hoş olmak hayranlık uyandırıcı bir şey. Ben böyle olmadığımdan, sabahları yüzümü ancak yıkayıp güneş kremini zorla sürdüğümden olsa gerek, bu blogları anlayamıyorum. Bu durumu anlayabilseydim, oje için yapılan çekilişleri de anlayabilirdim belki, değil mi?

Peki ya moda blogları?

Fotoğraf şuradan
Kendimi en ezik hissettiğim bloggerlar bu başlığın altında yazıyor.
Bizim evde modayla ilgilenen biri var. Hadi tahmin edin! O kişi ben değilim arkadaşlar. Koca kişisi bütün yabancı markaları, yeni çıkardıkları modelleri, montların ismini (Evet montların isimleri var), bunların nereden alınacağını, modacıları bilir. Bunu öğrenme çabasıyla da yapmaz üstelik. İşinin yanı sıra, bu konuya ilgisi de var. Elbette giydiğim hiçbir markayı beğenmez, giydiklerimi eleştirir, dışarı çıkmaya hazırlandığım an, ''Bu ayakkabıyı giymeyeceksin değil mi bu elbisenin altına?'' diyebilir. Vallahi der. Ben de duruma göre, ''Yahu, sana ne benim kıyafetimden!'' diyebilir ya da değiştirebilirim. Baskı altında yaşamanın kolay olmadığını hepimiz biliyoruz, değil mi? 
Neyse, ben bu moda bloglarını da izlemiyorum işte. Kocamı izliyorum. Nasılsa her aldığım hakkında bir fikri var. 

Kitap blogları...

Fotoğraf şuradan

Kitap blogları, hahaha buraya kadar uzattım dilimi. 
Okuduğu kitapları, hakkında ne düşündüğünü anlatan blogları elbette okuyorum ama kitabın arka kapağındaki yazıyı aynen kopyalayıp, yazarını, editörünü yazan blogları değil. ''Arkadaş, neden kendini bunu yaparak yoruyorsun?'' diye sormak istiyorum. Zaten senin bu yazdıklarının aynısı D&R'ın, İdefix'in sayfasında var. Vaktini böyle boş bir uğraşla geçirmene değmez demek istiyorum. Kendini yayınevi falan mı zannediyor bu bloglar bilmiyorum.

Gelelim sevdiklerime.
Yazının en önemli kısmı burası.
Vallahi sevdiğim çok blog var. Samimi olsunlar, bir fikirleri olsun, anılarını yazsınlar, hissettiklerini bana ulaştırabilsinler yeter. İmla kuralına uyuyormuş, uymuyormuş dinlemem okurum. O kadar!

Bu haftalık çemkirmem burada sona ermiştir. Bir sonraki yazımın daha pozitif bir yazı olacağı konusunda hepinize söz veriyorum.  :)

Çelıncı Toparlama Gayreti- Gün 2-3-4

$
0
0

Göbek adınız nedir? Sizin için önemini anlatır mısınız?

Göbek adım yok. Göbek adımın olmasının değil, olmamasının benim hayatımda bir önemi var galiba. Aslında şimdi bu konunun pek bir önemi yok da çocukluğum boyunca iki kardeşimin de göbek adının olması ve benim olmaması ciddi bir sorundu. Bu konu yüzünden psikolojik olarak etkilenmiş falan olabilirim. Hatta belki de sırf bu sebepten oğluma bir göbek adı takmış olabilirim. 

Belli ki bayağı etkilenmişim bir göbek adımın olmamasından. Gerçi iki kardeşimin göbek adları da pek bir tarih kokuyor. Muhtemelen bir göbek adım olsaydı, bu ismi de beğenmeyecek, caz yapıp duracaktım. 

Neyse, göbek adımın olmaması konusunu o kadar kafaya takmıştım ki devamlı babamın başının etini yerdim. Fark ettiyseniz annemin değil. O da her seferinde aslında bir göbek adımın olduğunu, sadece nüfus cüzdanıma yazdırmadığını söylerdim. 
Peki, Göbek adım ne söyle bakalım dediğimde de, ''Boncuk'' derdi.
Neydim abi ben?
Kedi mi köpek mi?


Cüzdanınızda neler olduğunu bizimle paylaşır mısınız?

Ben paylaşırım da siz bunu gerçekten ister misiniz?
Bildiğin karman çormandır benim cüzdanım. Para vardır içinde diyeceğim ama yalan olacak. Elbette içine para koyarım da her para çıkardığımda paranın üstünü asla cüzdanın içine koymam. Çantanın içine bir yere sıkıştırırım, pantolonumun arka cebine tıkarım. Montumun cebinden falan beklemediğim zamanlarda para çıkar. Bir bakımdan iyi bir şey değil mi böyle dağınık olmak. Benim ve oğlumun nüfus cüzdanı olur içinde. Kredi kartlarım, Paris seyahatinden artmış metro biletleri. Bu biletleri gelince de atmam. Sanki tekrar gidişimin garantisi o biletler de gibidir. Bir de iki senedir bir kart var içinde. Paris'te birlikte fotoğraf çektiğimiz bir çifte fotoğraflarını yollayacağımı söylemiştim. Onlarda bana kartlarını vermişti. İnanır mısınız hâlâ yollayamadım ama kartı da atamıyorum. 
Aslında bu vesileyle o fotoğrafları yollasam mı yahu ben?


Kim veya ne olmadan yaşayamazsınız?

Kocam!!!! Hahaha!!!! 
Koltukları kabarırdı bu yazdığımı görseydi. 
Neyse, elbette ailemi seviyorum ama çok klişe olur şimdi bunu yazmak. Allah, eksikliklerini göstermesin. Mutlu mesut yaşıyoruz böyle.


Vallahi kitaplarım olmadan yaşayamam. Çok seviyorum kendilerini. Varlıkları, varlığıma anlam katıyor, yüzümü güldürüyor, mutlu ediyor. Daha ne diyeyim? 
Sonra çay olmadan yaşayamam. Sonra neden yaşayayım? Ne anlamsız!
Bildiğiniz siyah çayı zaman zaman bitki çaylarıyla aldatmaya kalksam da siyah çayımın yerini hiçbir şey tutamaz. Bergamot aromalı olacak, taze demlenmiş olacak. Demi geçmiş, beklemiş çayı asla içmem bu arada.

Yakalayacağım çelınç seni- Gün 5-6-7

$
0
0

Koleksiyonunu yaptığınız herhangi bir şey var mı?

Fotonun çelıçla hiç ilgisi yok. Kendisi sanırım nisan ayı okuduğum tek kitap olarak kayıtlara geçecek.

Var, vallahi! Kitap....
Durmadan kitap alıyorum. Ara ara aldığım kitaplar öyle çoğalıyor ki bu sene kitap almayacağım diye bir laf atıyorum ortaya. Elbette dayanamıyorum, yine alıyorum. Kitaptan başka her şeyi almamaya direnç gösterebilirim. Pahalı bir çantaya dönüp bakmayabilirim, pırlanta bir yüzüğüm olmasa da olur diyebilirim. Kalbime giden yol, kesinlikle kitaptan geçer.
Mesela Selçuk beni ne zaman kızdırsa hemen kitapçıya gidip bir kitap alır bana. Ama öyle yeni çıkanlardan alınmayacak o kitap. Seveceğim bir şey olacak. O kitap, eğer beni seviyorsa aranacak ve bulunacak.


Evcil hayvan olarak ne beslemek isterdiniz?



Şimdi hayvanseverler kızacak bana biliyorum ama gerçek şu: Evde hayvan beslemek istemezdim. Evet ya, istemezdim. Çok büyük bir sorumluluk. Vallahi bir çocukla zor uğraşıyorum. Yetişemiyorum arkadaş. Her şeyden sonra arda kalan azıcık vaktimi de kendime ayırmak istiyorum. Köpek olsa, sabah akşam onu gezdirme işi bana düşecek. Yok, p.okunu al yerden, poşete koy falan... Bunlar beni aşan işler. Hayvanları seven insanları çok seviyorum, hayvanları da seviyorum ama onlara bakacak göz bende yok. Sık sık bir yerlere gidiyoruz, napcam ben evde bir hayvanı? Bir sürü işimin içinde bir de bu iş eklenecek. Bizimkiler hemen sıyrılacaklar mevzudan, bana kalacak o iş. 
Bu konuda o kadar kararlıyım ki oğlan ne zaman, ''Anne bir hayvan alalım eve, ne olur?'' dediğinde, iğrenç bir şekilde ''Yaz geldi oğlum, sinek besleriz evde!'' gibi iğrenç cümleler kuruyorum. Kurduğum bu cümlelerden nefret ediyorum, ama çaresizlik beni buraya kadar getiriyor. Bahçedeki tahtaların altında yaşayan kertenkelelere isim taktım. Alfred diyorum hepsine. Sırf oğlan hayvanı sahiplensin de köpek falan istemesin diye. 
Bu arada evinde on yıl boyunca bir köpekle yaşamış biri anlatıyor size bunları. Kabul ediyorum ki, evde bir köpekle yaşamak harikaydı. Ama Selçuk her seferinde birine bizim köpeği anlatırken, ''Evleri köpek kokuyordu.'' diye anlatıyor ya, gıcık oluyorum. 
Bu arada, haklı. 
Benim kardeşim hala köpek kokar abi, ne var bunda?
Sokaktaki her köpeğe sarılır, her bulduğu kediyi alır, veterinere götürüp kısırlaştırır, hepsine yemek verir seversen köpek  gibi kokarsın elbet. 

İşte benim hayvanlarla olan ilişkim bu. 
Sadece gerçeği anlattım.


Yatarken ne giyersiniz? 

Bu ne biçim bir soru yahu?
Pijama diyelim geçelim :)

Bir çelincın peşinden koşarken: 8

$
0
0
Sizi gülümseten bir şeyleri bizimle paylaşır mısınız? demiş Saçaklı 8. meydan okuma gününde :)

Ben neden herkesin güldüğü şeylere gülemiyorum diye kendime çok kez sormuşumdur. Keşke öyle bir yeteneğim olsaydı benim de. Bakın yetenek diyorum çünkü öyle büyük bir şey benim için her şeyde gülünecek bir şey bulabilmek ve gülmeye yatkın olabilmek. 

* Benim yüzüm en çok havaalanlarında gülüyor; yani yola çıkma anını, bir seyahate başlamayı çok seviyorum ya sanırım ondan daha havaalanındayken yüzüm gülmeye başlıyor. 
* Mesela Paris'e gittiysek eğer, uçaktan inip de Orly'nin resmen sidik kokan tuvaletine girdiğim an doğru yerde olduğumu anlayıp hemen gülmeye başlıyorum. (Son seferimizde havaalanı ciddi bir yenilenmeden geçirilmiş, tuvalet kokmuyordu, üzüldüm mesela)
* Kalabalık tren garları, trenler, durulan her bir istasyon, istasyon yalnızları... Gözlerim biraz hüzünle parlıyor ama içimde bir yer çok mutlu oluyor. Tren rayların üstünde ilerledikçe dışarıdan akan görüntüler, ılık ılık yağan yağmur, camdaki buğu... Vallahi çok seviyorum.


* Klişe olmasın diye yazmıyorum elbet ama beni en çok güldüren, her daim kalbimde kelebekler uçurtan biri var: Kuzey!  Onu gördüğüm her an (beni sinirlendirdiği çoğu zaman hariç) yüzüm gülüyor. Hatta kendimi tutamayıp kahkaha atıyorum. ''Ulan ne güzel kokuyorsun sen!'' diyerek kokluyorum bir de!


* Kitaplar, kitapçılar, kitap okuyan insanlar... Kitap okuyan insanları koruyalım, sevgiyle kucaklayalım ve bu insanların kıymetini bilelim lütfen. Yaşadığımız ülkede bu tip gün geçtikçe azalıyor çünkü!
* Çay. Kesinlikle her seferinde bana mutluluk vermiştir. Tüm dertlerime iyi gelir, kederi elinin tersiyle bir kenara iter, insanı anne kucaklaması gibi garip bir şeyle sarıp sarmalar. Benden söylemesi. Denenmiş bilgidir. 


* Çayı aldatıyor gibi olabilirim ama kahve de yüzümü güldürür benim. Sokaklara yayılan kahve kokusuna, kahve kokusuna karışan ekmek kokusuna dayanamam. Bir koklayın yeni pişmiş bir ekmeği, bakın nasıl güleceksiniz. 
* Adile Naşit'li Türk filmlerinin hepsine bayılırım. Canım Adile Teyzem benim! Gece yatmadan okuduğum her duada hala adını geçiririm desem, inanır mısınız? Nurlar içinde uyusun. 
* Sokaklarda aylaklık etmek, yürümekten ayaklarımın ağrıması... En sevdiğim şeylerden biridir. Kendi halime, kendimle zorumun ne olduğuna salak gibi hem kızıp hem gülerim.
* Yazdığım zaman yüzüm güler. Ağaçta meyve gördüm mü yüzüm güler. Çiçekler her daim içimi huzurla doldurur.
* Saflıklara çok gülerim bir de. Hani biraz saf insanlar vardır ya onlara çok gülerim. Hala saf insanların aramızda olması beni çok ama çok sevindirir, umutla dolar içim. 
* Makarnayı ekmekle yiyen korkusuz insanlar bir de beni çok güldürür. Ne tuhaf değil mi? 
* Daha bir sürü şeye gülerim elbet. Ama '' Güldür Güldür Şov, Yok Bilmem ne Yetenek Yarışması, Ekrandaki skeçler'' onlar hiç güldürmez işte beni. Niye bilmiyorum?

Teşekkür pazartesisi #3: Hayat, geçen hafta...

$
0
0
İşlerin peşinde koşarken haftanın nasıl geçtiğini anlamadım. Cumartesi bütün günüm de bahçede ot yolarak, toprağı eşeleyerek geçti, gitti. Güneş ara ara yüzünü gösterdi. Pazar sabahı erkenden kalktım, akşamdan yoğurduğum ekmeğimi fırına atayım dedim. Bir şeyler ters gitti. Hamur ne koyduğum kaptan, ne de ellerimden ayrılmak istemedi. Nereye bıraktıysam oraya yapıştı, bana ''Bugün değil! O güzel ekmeğin günü bugün değil!'' diya bas bas bağırdı.

Keşke fotoğraflarını çekmiş olsaydım diyerek şöyle diyorum sizlere.
Bakırköy'den kalkıp yeğenine ders çalıştırmak için gelen görümce candır. Dün ben ot yolup, bahçede gezip dolaşırken Kuzey'e ders çalıştırdığı için hafta sonumu bana hediye etmiş oldu. İlk teşekkür ona gelsin. Umarım bu seferki Türkçe sınavından daha yüksek bir not alarak hem Kuzey hem de halası mutlu olur.

Hafta içi günlerini ne yaptığımın farkında olmadan geçirdiğimi söylemiştim. Yine de iki şey beni çok mutlu etti. Salı ve perşembe akşamları pilates dersime gittim mesela. Ne zamandır kendimi sokaklara atıp yürüyemiyorum. İki güncük de olsa spor yapabildiğim için yine de mutluyum. 
Beni çok mutlu eden ikinci olaysa cuma günü işi asmam oldu. Hayırlı bir iş için işe gitmedim. Kendimi eğittim. Eğitimin şart olduğunu artık hepimiz biliyoruz, değil mi? 
Yazı Evi'ne gittim ve Yeşim Cimcoz'un Arketipler çalışmasına katıldım. Hayatım boyunca katıldığım eğitimler içinde en güzellerinden biriydi. Takip eden iki eğitim daha var. Onlara da kesinlikle katılacağım. Birkaç gün önce Kuzey'e söylediğim bir cümlenin ne kadar yanlış bir cümle olduğunu fark ettim. Bundan daha da önemlisi bunu neden söylediğimi anlamam oldu. O yüzden geçen cuma günü benim için bir aydınlanma günüydü. Yaşadığım bu eğitime şükretmemem mümkün değil. 

Şimdi gelelim bahçemize yeni taşınan güzelliklere:


Artık üstünde bir sürü meyvesi olan bir limon ağacımız var. Daha önce bahçeye diktirdiğim bütün turuçgiller kış mevsiminde öldükleri için bu sefer koca ağacı saksıya diktirdim. Kış geldi mi eve alacağım ağacımı. 


Bu sarı ağacın ismi de laburnum. Şimdilik çok büyük sayılmaz ama kendisinden çok şey bekliyorum. Lütfen büyüsün, serpilsin, köklerini toprağa iyice geçirsin.


Geçen yaz sadece beş vişne vermekle yetinen vişnemiz bu sene daha büyük başarılara imza atacak gibi görünüyor. Zeytin ağacımız merak edenlereyse şu bilgiyi verebilirim. Bir süredir kendisinin sağlık durumundan çok memnun değildim. Rengi, yaprakları, üstünde hiç meyve olmaması beni endişelendiriyordu. Biz de doktor çağırdık. Güvelenmiş ne yazık ki. Aldığımız en güzel haber zeytinimizin yaşayacağı oldu. Bu sene meyve vermeyecekmiş. ''Olsun!'' dedik. ''Buna da şükür.''


Sardunyalarım da yerini buldu. Saksılarına yerleştiler. Bir tek baharın gelmesi kaldı. Ailece onu bekliyoruz, haberi ola.


Dayanamayıp bahçedeki galalardan bir tane kestim. Her daim bahçede yaşayamıyoruz ki. Dışarıda çok rüzgar var. Şimdilik salondaki tek gala ile idare edeceğiz artık.


Sonunda bu ayın okuduğum tek kitabını bitirdim. 


Kitap Kulubü için okumam gereken Selçuk Altun'un ''Senelerce Senelerce Evveldi'' isimli kitabını da bitirirsem değmeyin keyfime.

Çelınç- Gün # 9: Hangi alanda iyi olmak isterdiniz?

$
0
0
Bu çelınç meselesi beni zorlamaya başladı. O yüzden seyrek aralıklarla, canımın istediği sıklıkla soruları cevaplıyor olabilirim. Görüldüğü üzere şimdilik hiçbir soruyu atlamadım. Bu soru karşısında da cesur davranacağım ve gönlümden geçeni buraya yazacağım.
Efendim lafı uzatmama gerek yok: Yazar olmak isterdim.



Sabahleyin dokuz gibi uyanmak, uzun bir kahvaltının ardından yazmak üzere dağların yamaçlarına bakan yazı odama çıkıp yazmak isterdim. Pencerenin kenarına yasladığım çalışma masamı görüyorsunuz değil mi? Bu kadar dağınık olduğuna bakmayın. Her şeyin nerede olduğunu biliyorum. Sadece biraz dağınık çalışıyorum. Masanın üstündeki küçük notlar bana sabah masama oturduğum zaman anımsamam gerekenleri hatırlatıyorlar.
Çalışmaya başlamadan önce odanın diğer köşesindeki kahve makinesinin yanına gidiyor ve kahvemi demliyorum. Nasıl her yazarın bir yazma ritüeli varsa benim de var. Kahve kokusunun odayı sarmasını bekliyorum. Masaya oturmak ve kafamdaki düşünceleri beyaz ekrana dökmek için kahvenin kokusunun kelimelerime dokunması şart. Bazen kahvem bitse yazamayacak mıyım diye düşünüyorum. Belki de öyledir. Kelimelerin hikmeti benim içimden öte kahvenin çekirdeğindedir.

Bazen ekrana bakıyor ve taş kesiliyorum. Böyle zamanlarda dünyanın kim bilir hangi köşesinden aldığım defterlerden birini önüme alıyor ve düşünmeden yazmaya başlıyorum. Kalemin ucu deftere değdiği an düşündüğümün bile farkında olmadığım nice şey saçılıyor ortalığa. Şaşkınlıkla yazdıklarımın ucunu yakalamaya çalışıyor, bazılarını yazmakta olduğum yazının içinde kullanıyor, bazısını da unutmak üzere defterin arasında bırakıyorum. Unutulan yazıların hepsi yazılmamış gibi oluyor. Varoluşlarının yegane sebebi yazılacak başka bir şeyleri dilimin ucuna getirmek. 

Kelimeler konuşurken değil de yazarken önemli benim için. 

Öyle ya da masanın başında saatlerimi geçiriyorum. Yazmak, çaba isteyen bir uğraş. Emek vermezsen olmuyor. Günün yarısı yazının, diğer yarısı ise okumanın. Genellikle okumalarımı yazdığım şeye göre şekillendiriyorum. Bazen de kafamın dağılmasını istediğimden sevdiğim birinin biyografisine dalıyorum. Başka birinin hayatının içine dahil olmak ne tuhaf bir şey! 
Merak insanın içinde yaşayan bir virüs bence. Kişiyi kozasından dışarı çıkmaya ve keşfetmeye zorluyor.
...


Ne? Biri bir şey mi dedi? 
Ben mi? 
Hangi alanda mı iyi olmak isterdim? 
Bilmiyorum ki!


KİTAPLAR ÜZERİNE TÜRLÜ SORULAR

$
0
0
1- Ne zamanlar kitap okuyorsun? Kitap okurken bir şeyler yiyip içer misin? Kitap okuma rutinin var mı?
Kitap okumak için boş zamanı bekleyenlerden değil de o zamanı yaratanlardanım. Kitap okumuyorsam ben, ben değilim. Eve erken gelmişsem ve kimse yoksa hemen çayımı demliyor ve bir köşeye çekilip kitabıma gömülüyorum. Çok sık böyle bir vakit bulamıyorum ne yazık ki. Onun dışında her akşam yatmadan önce mutlaka kitap okurum. Gözlerim kapanmadan birkaç dakika okumak beni kesmediği için yatak odasına bir saat önce çıkar, kitabımı alır ve kendisiyle mesut bir saat geçiririm.
Hafta sonları evdeysem kitap okumak benim için kaçınılmazdır. Daha önce de söylediğim gibi çay da kitap gibi vazgeçilmezim. Çay ve kitap benim için ayrılmaz ikili yani. Bir de kitap okurken acıktığım zamanlarda mutfağa koşup kendime bir sandviç yapıp yemeye bayılırım. Biri kitap deyince susamıyorum görüldüğüm üzere :) 

2-(Klasiklerden gelsin bu soru) bir kitap yazacak olsan adı ne olurdu?
İtiraf ediyorum. Bir kitap yazmaya çabalıyorum aslında. En büyük hayalim. İlerlediğim yere kadar olan kısımdan da memnunum. Peki neden devamı gelmiyor? Bunun bir özür olmayacağını bilerek kendimce zamansızlığı sebep gösteriyorum. Daha fazla vaktim olsa yazar mıyım bilmiyorum ama eve gelip de evdeki rutinimizi tamamladıktan sonra uykum geliyor ve bir günü daha bir şey yazamadan bitirmiş oluyorum. 
Kitabımı tamamlasam ismi ''Paris Düşkünü'' olabilir diye çokça kez düşündüm. Yine de belli olmaz değil mi? Bir bitirsem, ismi bulmak en kolay kısmı olacak.

3- En sevdiğin yazar/çizer kim? Seni en çok etkileyen çocuk kitabı hangisi?
Paul Auster'ın benim için kıymetli. Yazı masasının önüne oturup kendinden bahsettiği daha çok kitap yazsın istiyorum. Bir gün bu hayattan çekip giderse öksüz kalacağımı düşünüyorum. Ne tuhaf değil mi? Kelimelerinin tümünde beni iyileştiren bir şey var. Ruhuma öyle iyi geliyor ki yazdıkları. 


Sonra Isabel Allende. Canım Allende'm benim. Gerçek bir kadın olduğu yazdığı her satırdan belli. Bir gün doğduğu ülkeye gidip dolaştığı sokaklarda gezineceğimi hayal ediyorum.
Şimdi sevdiğim yazarları bir iki yazarla sınırlı tutmaya çalışırken diğerlerine haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Aklıma gelmeyen niceleri var. Bugünlerde yeni kitabı çıkacak olan Nedim Gürsel'e gelecek olursak. Ondan bahsetmeden de bu konudan uzaklaşamayacağım. Nedim Gürsel rehberliğinde değişik coğrafyalarda gezinmek gerçekten harika dostum.
Şimdiki çocuklar çok şanslı. O kadar çok ve o kadar güzel kitaplar var ki insan hangisini okuyacağını şaşırır. Kendi çocukluğuma dönecek olursam, o zamanlar beni en çok etkileyen çocuk kitabı ''Çocuk Kalbi" olmuştu. Serhat Yayınları'nın anneme alsın diye yalvardığım kitaplarından da bahsetmeden geçemem.

4-Yüz yüze olsak da bir kahve içsek (ama lütfen gıcık biri çıkmasın) dediğin yazar kim?
İşte bu çok zor bir soru! Çünkü insanın hayalleri yıkılabilir. Bu da benim en korktuğum şeylerden biri. Artık olma olasılığı olmadığından olsa gerek bu soruya Hemingway diye cevap verebilirim. :) En azından hayal kırıklığına uğrama şansım yok. Sanırım Hemingway ile kahve yerine bir kadeh şarap içmeyi tercih ederdim. Diğer yandan sevgili hocam Feridun Andaç'la sofra sohbetine nail olma şansım oldu. Vallahi onunla sohbet etmek tadından yenmeyecek bir yemek lezzetinde. Allah tüm sevenlerine nasip etsin diyebilirim. :)

5. Okurken heyecandan tırnaklarını yediğin / kahkahalar attığın / ağladığın kitaplar var mı?
Elimden bırakamadığım çok kitap olmuştur. Hatta kızdığım, sinirlendiğim de! Ağladığım kitapları da sayabilirim elbet. İçlerinde biri var ki her daim sızıdır yüreğimde. Erdal Öz'ün kaleme aldığı Gülünün Solduğu Akşam okuduğum her anında beni ağlama krizine sokan, şimdi bile burnumu sızlatan bir anlatıdır. 


6. Keşke bunu ben yazmış olsaydım dediğin kitap hangisi?
Pascal Mercier- Lizbon'a Gece Treni, Hemingway- Paris bir Şenliktir, Carlos Ruiz Zafon- Rüzgarın Gölgesi ve Ursula K. Le Guin kitaplarının hepsi :)


7. Kendini okurken hatırladığın en eski kitap hangisi?
Cin Ali'ler elbette! Sonra Ayşegül serisi ve Enid Blyton kitapları. Özellikle Afacan Beşler serisi.



8. Hayranlığın o kadar büyük ki, bunu yazan insansa ben neyim dediğin bir kitap var mı?

Var tabii. Jaume Cabre ve İtiraf Ediyorum.


9.Okumak eylemi ile ilgili en sevdiğin cümle nedir? 
Çok klasik olacak ama onca havalı cümlenin içinde ben ilkokulda aklıma yazılmış bu cümleyi çok severim.
''Kitapsız büyüyen çocuk, susuz ağaca benzer.''


Çocuklarla Paris'te mezarlık gezmesi: Pere Lachaise

$
0
0
Sevdiğim insanların Paris'i sevmeleri için elimden geleni yapıyorum. Hele ki çocuklar. Her Paris'e gittiğimizde Kuzey'e ısrarla sorup duruyorum: ''Paris'i sevdin değil mi?''
Bazen sesi istediğim şenliği taşımıyor. O zaman duymayı dilediğim cevabı almak için üsteliyorum. ''Ne yani sevmedin mi Paris'i?''

Geçen ay Paris'e gittiğimizde Dubai'de yaşayan arkadaşlarımızda tatillerinin üç gününü bize ayırdılar. Biz İstanbul'dan Paris'e uçarken, onlar da Norveç'ten kalkan bir uçağa atladılar. Çocuklarımız okuldan arkadaş. Beraber başladıkları okul hayatları,  onları da bizi de başka yollara sürükleyince çocuklar başka okullarda başka ülkelerde devam etiler yaşamlarına. 
Buluşacağımız haberini alır almaz hemen masanın başına oturdum ve oğlanlar eğlensin diye bir oyun hazırladım. Pere Lachaise aklıma gelen ilk yerdi. Üç oğlan çocuğu olaydan keyif alsın diye de olaya biraz macera, biraz dedektiflik çokça da ekip ruhu kattım.


Mezarlığın kapısının girişinde olaya kattığım şeyler yeterli gelmemiş olacak ki bitirdiklerinde ne kazanacaklarını sordular. ''Sıcak çikolata ısmarlayacağım size Angelina'da,'' dedim, kesmedi oğlanları. Uzun pazarlıklar sonucu kişi başı 20 Euro'da anlaştık. Sonra da parayı  unutturduk.

Bizim evde yazı-çizi işlerini her ne kadar ben yapıyormuşum gibi görünse de bilmece yazmak, saçma tekerlemeler uydurmak, olaylara olağanüstü nitelikler eklemek gibi işler olunca devreye Selçuk girer. Bazen hayalgücü beni bile korkutuyor. 
Bir pazar günü tüm günümü çocukları nasıl eğlendireceğimi tasarlayarak geçirdim. Aklımda kalanları masaya yatırıp, mezarlığın ilgi çeken 13-14 mezarlık sakinini seçtim. Devasa mezarlık için bu sayının biraz fazla olduğunu biliyordum ama  o kadar çok ünlü sakin vardı ki hangisini eleyeceğimi bilemedim. Bazı mezarlar için kendime torpil geçtiğimi de burada itiraf etmek istiyorum.
Öncelikle mezarlığın haritasını indirdim. Üstünde gerekli oynamaları yaptım. Çocukların bulması gereken mezarları bölümlere ayırdım. Sonra seçtiğim her mezar için ipuçları içeren bir bilmece yazması için Selçuk'a başvurdum. Lütfen burada blog sahibini üzmeyelim. Bilmece için gereken tüm ipuçlarını çakma şairimize önceden teslim ettim. 
En son bilmecelerin ve haritanın çıktısını alıp, bunları pvc ile kapladım. (Yaptığım işi güzel yaparım.)


Uzun uzun anlatmama gerek yok ama nefis bir gezi yaptık bu sayede. Ben de Sherlock'ları bilmeceyle ulaştıkları her bir mezarın önünde fotoğrafladım. Ne yazık ki yüzleri bana dönük poz vermeyi kabul etmediler. Gezi esnasında sadece totolarını göreceğiniz için şimdiden özür dilerim. :)

Kenardaki ufaklık yanındaki iki oğlanın da üstesinden geliyor. Dayanamayıp bir de bakıyor: Çekiyor muyum sahiden?
Seçtiğim ilk mezar Colette'in mezarıydı. Elbette çocuklar Colette'i tanımıyordu ama artık unutmaları mümkün değil. Nasıl cesur bir kadın olduğunu ve yazarlık serüvenini ballandıra ballandıra anlattım. Evlendikten sonra karısının yazma yeteneğinin olduğunu fark eden kocasının Colette'i yazması için nasıl zorladığını, bir müddet sonra Colette isyan bayrağını çekmesini ve yazmayacağını beyan etmesini... Ne yazık ki karısının yazdıklarından para kazanan kocası uzlaşmaya yanaşmaz ve Colette'i yazması gereken yazıları bitirene kadar bir olaya kilitler. 


Rossini, bilmecelerin ikincisiydi. Verdiğimiz ipuçları sayesinde çocuklar bu mezara kolaylıkla ulaştılar. 

Sahiden ünlü biri miymiş bu adam? Büst dedikleri şey adamın kafası mıymış?
Alfred de Musset'nin mezarı, Rossini'nin hemen yakınlarındaydı. Bir ellerinde harita, diğer ellerinde bilmece, kucaklarında çocukluklarıyla oğlanlar öyle tatlıydı ki. Her bir bilmecenin sonunda yeni bir hedef için koşturmaları ve mezarlığı bir oyun bahçesine çevirmeleri beni çok mutlu etti.

Pere Lachaise- Haussmann

-Yeşil kapı yazıyor bilmecede.
-Hangi yeşil kapı acaba? İkisi de yeşil kapılı bu mezarların.
-Ne yapmış bu adam?
-Paris'teki apartmanları bir de geniş sokakları. Ağaoğlu gibi bir şey herhalde.
-Şimdi nereye gidiyoruz?

Pere Lachaise- Abelard ve Heloise
Abelard ve Heloise'in hikâyesi çocuklar tarafından şaşkınlık içinde dinlendi. Ortaçağ'da yaşanmış bu büyük aşkı olduğu gibi anlattım. Abelard'ın bir filozof, Heloise'in ise onun öğrencisi olduğunu, birbirlerine aşık olduklarını ve gizlice evlendiklerini söyledim. Heloise'in amcasının bu evliliği duyunca yaptıklarını anlattım. Heloise bir manastıra kapatılmış, zavallı Abelard da hadım edilmiş dedim. 
Pek tabii, ''Hadım edilmek'' ne demek diye sordular. 
Ah o gözler. Yemin ederim içleri cız etti. Kötü amca çocukların tüm hışmını üstüne çekti. 

Pere Lachaise-Chopin
Üçlünün tanıdıkları ilk ünlü Chopin oldu. 
Bir ara büyüklere, ''Yahu hep sonu ölümle biten hikâyeler anlatıyorum çocuklara, normal mi bu?'' diye sordum. Etraflarına şöyle bir baktıktan sonra devam etmem için gereken cevabı almış oldum. Chopin'in vücudunun Pere Lachaise Mezarlığı'nda, kalbinin ise ünlü bestecinin doğum yeri olan Varşova'da bir kilisede gömülü olduğunu söyledim. 
Sevdi çocuklar hikâyelerin hepsini.

Sen tanıyor musun Can, Jim Morrison'u? Yok, ya sen?
En kalabalık mezar Jim Morrison'un mezarıydı. En zor bulacakları mezarın bu mezar olacağını düşünüyordum ama yanılmışım. Hatta mezarı arayan birkaç kişiye de yol gösterdiler ve sonunda ön sırada durup fotoğraflarını çektirdiler. 

Moliere ve La Fontaine'in mezarı.
Yan yana duran bu iki mezar Moliere ve La Fontaine'e ait.

Kuzey: Yüzün gözükmesin dikkat et. :)

-Kuzey, ne olmuş bu adama?
-Vurmuşlar, dedi annem. Bak kurşun izlerine.
-Pantolonun düğmeleri neden açık peki?
-Bilmem. Anne, bu adamın düğmeleri neden açık?
-Ben ne bileyim. Babana sor!

Daha bilmecelerimiz vardı aslında. Edith Piaf'a gidecek, Oscar Wilde'ı ziyaret edecektik. Ama mezarlık öyle büyük ki çocuklar yoruldu, karnımız acıktı. Yine de keyifli bir mezarlık gezmesi oldu. 


Yaşadığım şehirde neler olsun isterdim?

$
0
0
Bu sabah sadece basit şeylerden bahsetmek istedim. Yaşadığım şehirde yaşamımı güzelleştiren minik şeyler ne olabilir? Eğer yapabilme şansınız olsaydı hayatınızdan neyi çıkarmak istediğinizi hiç düşündünüz mü? Ya da neleri eklemek istediğinizi?



* Mesela ben parasını her ay tıkır tıkır ödediğim internetimin çalışmasını isterdim. Düşünsenize çayınızı demlediniz, masaya oturdunuz ve bilgisayarınızı açtınız. Biraz internette gezinecek, bloga yeni bir yazı yazacaksınız. İşte o an bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. İnternette gezinmek hiç de Amerikan filmlerinde gördüğünüz gibi bir şey değil. Bir siteye tıkladığınızda açılmasını beklerken çayınızı bitiriyorsunuz. İyisi mi stres yapmayın; bir bardak daha çay doldurun kendinize. Bir de TTNET'i arayın. Muhtemelen ne olduğunu bir türlü öğrenemediğiniz ''adil kullanım kotanızı'' aşmışsınızdır. 

* Eskiden olduğu gibi bugün de banliyö trenlerinin çalışmasını isterdim. Bunu gerçekten çok isterdim. Aynı geçmişte olduğu gibi, sırf babamı yad edebilmek için, Küçükyalı'dan trene atlamak, Haydarpaşa Garında trenden inmek, vapura yetişmek için acele etmeden garın merdivenlerine oturup, saatlerce denizi seyretmek isterdim. Garın insana huzur veren o geniş boşluğunu yüreğimin içine doldururdum. Dışarıdan vapurun düdük sesi ve martıların çığlıkları ulaşırdı kulaklarıma. 

* Doğru düzgün hizmet vermedikleri halde olur olmaz saatlerde bizleri arayan salak saçma şirketlerin tümünden kurtulmak istedim. Kombi bakımımın geldiği yalanını iki günde bir tekrarlayan kombi şirketlerinden, bir imza karşılığında kredi verecek bankalardan ve sadece ''özel müşteri'' olduğum için check-up kakalamaya çalışan hiç tanımadığım hastanelerin telefonlarından kurtulmak... Hayal gibi değil mi?  Digitürk'e özel olarak teşekkürlerimi sunmak isterdim. Bir eve kaç tane Digitürk alsak mutlu olurlardı bunu bilmek ne güzel olurdu.

* Salak okul sınavlarının hepsinin dibine dinamit döşemek isterdim. Çocukları alır, parklara bahçelere götürürdüm. Birbirleriyle kavga eder, sonra da barışmayı öğrenirlerdi.

* Sırası gelmişken bir sürü park, bir sürü ağaç olsun isterdim etrafımda. O ağaçların kalın gövdeleri olsun ve ben ailemin artık hayatta olmayan üyelerinin de geçmişte bir gün sırtlarını o ağaç gövdelerine dayamış olabilme ihtimallerini düşünüp mutlu olayım.


* Her sokağın köşesine bir çiçekçi açma zorunluluğu getirirdim. Dükkanlarının önündeki kaldırımlara çiçek koymalarını şart koşardım. Plastik çiçek üretimini yasaklardım. Çiçekçilerin ellerinden düşürmedikleri saçma sapan simli parlatıcıları alır, hatta ellerine vururdum. "Yasak kardeşim!" derdim. "Simli parlatıcı, koku spreyi sıkmak yasak!"

* Bir sürü hayvan barınağı yapardım. Vergilerimizin tekrar tekrar yapılan kaldırım taşlarına değil de, bu hayvancıkların bakımlarına ayrılmasına karar verirdim. 

* Ali Ağaoğlu'nun konuşmasını yasaklardım. "Benim ortanca," diye ağzını açtığı ilk an elimin tersiyle ağzının ortasına patlatır, "Yürü lan, çek arabanı da ense traşını görelim!" derdim.

* Ben böyle dediğimde beni destekleyen, doğruyla yanlışı ayırt eden insanlar olsun etrafımda isterdim. 

* Trafik biraz azalsa hiç fena olmaz değil mi? Trafikte birbirine saygılı insanlar olsun isterdim. Taksi şoförlerinin taksicilik yakarak para kazanmalarından dolayı trafikte her şeyi yapabilme haklarının olduğunu düşünmelerini istemezdim mesela. 

* Çay içtiğim eski sahil kafelerinin hepsinin yerli yerinde durmasını isterdim. Çok şey isterdim de olmuyor işte!!!!

İyisi mi hayalleri bırakıp işe gideyim ben!


Her 19 Mayıs'ta ben...

$
0
0
Zamanla ve akışıyla derdim hiç bitmeyecek sanırım. Bu aralar yine huzursuzum. Öyle insanı devirecek, öfleyle beslenip büyüyecek huzursuzluklardan değil bahsini ettiğim. Doğru teşhisi bile koyacak durumda değilim aslına bakılacak olursa. Hafif bir karın ağrısı gibi içimde dolaşan, beni yoklayan hissiyat. Ufak dokunuşlarla varlığını belli ediyor. 



Bugün babamın öldüğü bilmem kaçıncı yıl...
Kaç sene olduğunu çok iyi biliyorum çünkü gittiğinden beri yokluğunu hissettiğim her anı onlarca kez hayal ettim. Mesela ben evlenirken yanımda olsaydı nasıl olurdu diye düşündüm. Kuzey doğduğunda, yürüdüğünde, ilk kez dede dediğinde, ilk kez balığa çıkardığında, birikte koyun koyuna yattıklarında.... Benim düşünü kurduğum onca şeyi eminim  kardeşlerim de düşünmüştür. 
Bazen bizim evin tekne kırıntısına, ''Babamı ne kadar hatırlıyorsun?'' diye sormak istiyorum. Sormuyorum. Babamın gittiği yaşta ufaklığın kaç yaşında olduğunu bildiğim için babamla ilgili ne hatırlıyordur diye düşünüyorum. Çok bir şey olmasa gerek. Ama babamla ilgili hikayeler anlatıyor. Belki bizim anlattıklarımızdan biriktiriyor, belki de farkında olmasa da minik anı kırıntılarına eklemeler yapıyor. İçim eziliyor öyle zamanlarda. Çünkü onun yazdığı anıların hepsinde babam çok naif. Kardeşim çok küçük ve babam çoktan ölmüş.

Sanırım bu sebepten babamın öldüğü yılların hesabını yapmıyorum. O minik kızın çoktan evlendiğini ve etrafımda teyze diye dolanan bu sene ilkokula başlayacak bir yaramazın dolaştığını görünce hesap yapmama gerek kalmıyor. Seneler benim gözümde santimlerle ölçülüyor. Boyuma yaklaşan bir oğlum var artık. Babam gideli o kadar olmuş.

İnsanın babasını yazması çok zor. Başka bir şeye dönüşüyor kelimeler. Yaşanan yılların içinde çokça neşe, çokça çocukluk anısı, büyüme sancılarıyla birlikte nice tartışma var çünkü. Sadece mutluluktan, anneannemin geniş bahçesinde çocuklarla birlikte oynayıp, acıktığında bir dilim tereyağı sürülmüş ekmek almak için eve koşturmaktan ibaret değil ki insanın yaşadıkları. Şimdi anne olunca çocuk olmanın da anne-baba olmanın da ne zorlu bir şey olduğunu daha iyi anlıyorum.
Ne zaman babamı düşünsem hep aynı anıları taşıyor belleğim gözlerimin önüne. 
Küçükyalı sahilinde denizin önünde çekilmiş bir fotoğrafımız sanki çocukluğumun tüm özetiymiş gibi. Sıcak yaz günleri, bisikletin üstünde rüzgârla yarışmak, on kuruşluk dondurmalar, mangalın yanında elinde Efes şişesiyle babam. Gel de sevme o şişko kahverengi şişeyi... Sabahın beşinde yatağımın başına gelip, ''Hadi balığa çıkıyoruz.'' demesi. Bir termos çay,  ekmeğin arasına koyduğumuz peynirli domatesli kahvaltımızla denizin ortasında aynı sessizliği paylaşmamız. 
"Midem bulanmasa da dönmek zorunda kalmasak!" diye dua edip dururdum içimden.
Bir de bir türlü yenişemediğimiz kavgalarımız var elbet. Her baba-kız ilişkisi böyle midir bimiyorum ama nice kavgalarımız oldu. O, benim büyüdüğümü görmek istemiyordu; bense büyüdüğümü anlamasını istiyordum.

Hayat, tüm insanlığa inat hızla akıyor. 
Yaşam bazı insanlara kısacık zaman dilimleri bahşediyor. Bana en çok koyan ve kızdığımsa bazı çocukların dedelerini hiç tanımayacak olmasının haksızlığı. 
Öyle kararıyor içim işte. Gözlerim doluyor. 

Kuzey soruyor: ''Anne, niye ağlıyorsun?"

Paris özlemi yüreğinize çöreklendiğinde yapmanız gereken 9 şey...

$
0
0
1- ''Paris bir Şenliktir'' değil mi? Bunu hepimiz biliyoruz. Hemingway yıllar önce bize bu şehrin sırrını verdi. 1940'ların Paris'ini, restoranlarını, bistrolarını, yazı yazdığı küçük odaları anlattı. Aradan bu kadar uzun zaman geçmesine rağmen ne zaman bu kitabı elime alsam, Hemingway'in anlattığı sokaklarda geziniyor ve tanıdığım Paris'le karşılaşıyorum. Bu kitabın Paris özlemine iyi geldiği tecrübe edilmiştir ve senede bir kez okunması şiddetle tavsiye olunur. 


2-  Televizyonun karşına geçebilir ve Paris filmlerinden birkaçını peş peşe seyredebilirsiniz. En favori filmim Woody Allen ve ''Paris'te bir Gece Yarısı''. Böyle bir mucizeye tanıklık etmek için neler vermezdim. Düşünsenize en çok bulunmak istediğiniz bir dönem için hiç beklemediğiniz bir anda elinize bir giriş bileti veriliyor. Mucizeler neden sadece mucize olarak kalmak zorunda? 


3-  Edith Piaf. Bu müthiş kadının en çok hangi şarkısını seviyorum diye düşünüyorum ve karar vermekte çok zorluk çekiyorum. Sanki her bir şarkı şehrin bir parçasını taşıyor içinde. Özlemle yanan bünyeye pansuman yapmak için Fransız şarkılarından iyisi yok. 


4- Artık güzide şehrimiz İstanbul'da da La Duree açıldı. Gitsek, renkli renkli makaronlardan birkaç tane alsak, yanına da köpüklü bir sütlü kahve ısmarlasak, olmaz mı? Neden olmasın? Maksat azıcık özlem gidermek, yeniden buluşana kadar Paris'ten ufak bir ısırık almak. 


5- Paris'e her seyahat ettiğimde sayfalarca yazdığım günlüklerin var. Yağmurlu Paris'i yazmışım, güneşte kavrulduğum Paris'i anlatmışım, kitapçıların Paris'inden söz etmişim, yazmışım da yazmışım. Çok özlediğimde açıp günlüklerimi okuyorum. Maziye dönmek, aşka bulanmak bu olsa gerek. Çok iyi geliyor.


6- Elbette eski fotoğraflara bakmak. ''Sen ne güzel bir şehirsin Paris böyle?'' diye iç geçirmek. Her koşulda bu şehri seveceğine dair söz vermek.


7- Frank Sinatra ve benim içime su serpen "I love Paris"şarkısını bir kez daha dinlemek. Telefonunuzda yok mu yoksa bu şarkı?

8- Çaresizliğin son aşamalarındaysanız eğer Google Abi'ye başvurmakta fayda var. Uzaktan da olsa şehrin sokaklarında gezinmeye ne dersiniz? St. Michel Çeşmesinin civarına bir göz atabilir, Notre Dame civarına geçip Shakespeare and Company kitabevinde çaylarını yudumlayan var mı diye bir göz atabilirsiniz.


9- Olmuyor mu? En iyisi uçak biletlerine bakmak. Kendinizi ikna etmek için öncesinde şunları yüksek sesle söylemeniz gerekecek. ''İki ay boyunca dışarıda yemek yemem, yeni bir şey almam, harcamalarımı kısarım.'' Hâlâ ikna olmadıysanız dünyaya bir defa gelindiğini kendinize hatırlatın.


Ekonomi sınıfı yolcusu bir gün business class'ta yolculuk ederse ne olur?

$
0
0
Şu temkinli tiplerdeniz; karı-koca, ikimiz de. Çarşamba gecesi saat 21.00'de evden çıktık. Sanırım bir saat içinde Atatürk Havalimanındaydık. Tam da biletin üzerinde yazdığı gibi en az iki saat öncesinden alanda olmaya dikkat ederiz. Hatta Atatürk Havalimanını kullanacaksak üç saat önce. Dünyanın bir ucu gibi geliyor bu havaalanı bana. Buranın kalabalığı beni büyülüyor. Etrafta yürüyen, yerlerde yatan ve kafelerde yiyen-içen onca insanla ben de bir hikaye diyarı izlenimi bırakıyor. Alan de Botton gibi bana da bir hafta konaklama şansı versinler; çok isterim. Öte yandan burası çeşitli tehlikelerle dolu bir mayın tarlası. Bir kere trafik var. Buraya ulaşmak için normal ulaşım zamanına ekstradan bir saat daha eklemek şart. Ne olacağı belli olmaz. Yersiz bir trafiğin ortasında kalıp uçağı kaçırabilirsin. Bu sebepten ve hep B planlarıyla yaşayan bir kocam olduğundan çarşamba gecesi de erkenden yola düştük. Uçağımız perşembe sabahı saat 1.45'de idi. 

Hemen bavulu teslim edip CIP Salonu'na girdik. Atatürk Havalimanı'nın CIP Salonu dünyanın birçok alanındaki salonların içinde en güzeli. Hizmet sektöründe iyiyiz. Yaptığımız birçok şeye kulp takmama rağmen, yiğidi öldürsem de hakkını yiyemeyeceğim. Üstelik yememe de gerek yok çünkü bu salonda yiyecek çok şey var. Kahvaltıdan gözlemeye, köfteden pideye, çorbadan omlete, sandviçine dek her şey var. Meyveleri, içecekleri, içkileri söylememe gerek bile yok. 

Uçak yolculuğu mu? O da harikaydı. Okyanus ötesi ilk business class uçuşumu yaptım. Selçuk'un her Çin'e gidişinde kredi kartımda biriken millerimi iç etmesinin gerçekten geçerli bir sebebi varmış. Onca milimi yedi, arkasından çok konuştum. Şimdi helal ediyorum. 

O nasıl bir ihtimam, o nasıl bir özendir öyle. 
İşin en kötü yanı ne biliyor musunuz? İnsanın her seferinde bu konforu yaşayacak millerinin olmaması ya da bilet parasına kıyamaması. 
Oturduğunuz andan itibaren servis başlıyor. 
Hangi meyve suyunu alırdınız? 
Portakal, greyfurt, havuç, çilek...
Benim gibi yemeğe çok düşkün olmayan biri bile havaya giriyor. 
Portakal suyu alayım lütfen! 

''Fazla alışma!'' diyor Selçuk. 
''Ne olur alışırsam, millerimi sana kaptırmam mı yoksa?'' 
Üstüme öyle bir hal geliyor ki hostesten Time, Forbes, Bloomberg gibi tüm ingilizce finans dergilerini istemek (Türkçesi havalı olmaz) istiyorum. Yükselişteki hisse senetlerine bakar, doların euro karşısındaki durumunu incelerim.  Böyle düşünürken ansızın, ''Burada benim ne işim var?" sorusu aklıma takılıyor. Neyse ki Business Class parmak arası terliklerle gezinen ve kendilerini belli etmek için bağırarak konuşup, birbirleriyle itişen Araplarla (çok fazla milleri olmalı herhalde), makyaj şişesinin içine düşmüş, bir türlü koltuk beğenemeyen İranlılarla, boyunlarında kalın altın kolyelerle gezinen ve ağızlarındaki sakızları patlatıp duran birkaç Arnavutla dolu. THY bağlantılı uçuşlarla başka ülkelere Türklere sattığından daha ucuza bilet satıyor. (Nedeni bilmiyorum ama durum bu!)

Yan koltukta iki İtalyan. 
Selçuk, ''Bunlar Dolce&Gabbana'da falan çalışıyorlardır.'' diyor. Ertesi gün ikisini de Seramik Fuarı'nda görüyorum. 
"Senin Dolce&Gabbana'cılar yanlış fuara gelmiş galiba," diyorum. 
"Nasıl da gördün onları?" diyor homur homur. Benden önce o ikiliyi gördüğüne ama bana söylemediğine kalıbımı basarım.

Uçak yolculuğu rüya gibi geçiyor. Bir menü uzatıyorlar, oradan yemeklerini seçiyorsun. 
Ay ne yesem acaba? 
Yanında fırın patates ve Toskana usulü sebzelerle ızgara kılıç şiş mi, sote ıspanak, közlenmiş kırmızı biber ve tereyağlı pilavla servis edilen taze baharatlı ızgara tavuk mu yoksa bal kabaklı, garganelli makarna mı?
Garganel ne diye sormayın lütfen. Ben de bilmiyorum. Bu yazıyı yazdıktan sonra cahil kalmamak için google amcaya sormayı düşünüyorum.



''Ekonomi klasın tavuğuna ne oldu?'' diye soruyorum Selçuk'a. 
''Arkadakilere hâlâ servis ediyorlar."
İster inanın ister inanmayın, durmadan bir şeyler getirip duruyorlar.
Bildiğiniz Big Chef's yemeği sunulanlar. 
Uzun kayık tabakların üzerine yatırılmış yemekler son derece lezzetli. 
Tüm yolculuklarımı genellikle çubuk krakerle geçiren ben şok oluyorum. 
Ekonomide servis edilen, ağır kokulu saçma sapan tavuk yemeklerini ve kütük köfteleri görünce, ''Öyle kapının kenarına aşçı kıyafetli birini dikmekle olmuyor bu işler!'' diye bağrınan ben, ön tarafta dağıtılan yemekleri görünce bu aşçı kılıklının zaten ekonomi sınıfı yolcular için orada dikilmediğini anlamış oluyorum.
Ah bu ben!


Neyse yemekten önce mozarellalı domates, peşinden tadına doyamadığım kabak çorbası, son olarak da kılıç balığıyla yemek işini atlatıyorum. 
"Ben daha bir şey yemiycem, çatlayacağım az sonra," diyorum ki tatlı arabası dolaşmaya başlıyor. Elbette tek başına değil, iki hostesle. 
Tatlı olarak ne alırsınız? 
Ne alayım Selçuk? 
Baklava, taze meyve, dondurma...
Bir sürü bir şey daha var da ben şiş karnımdan hareket edemiyorum. 
"Dondurma" diyorum. "Bir top olsun!''
İçimden şöyle bir cümle geçiyor: Ulan Özlem, patlayacaksın az sonra. Dondurma mı görmedin ömründe? 
Gollum kılıklı da şöyle diyor: Ulan Özlem! Bir daha ne zaman business sınıfta uçacaksın? Boşver, ye işte!
Yiyorum.
Bir de kahve söylüyorum. 
Türk kahvesi istesem onu da yaparlar mı acaba?

Sıcacık havlular geliyor, kahvaltıda ne istersiniz diye soruluyor, çikolata ikram ediliyor. 
Hizmette sınır yok. 
Görevlilerin hepsi son derece güler yüzlü. 

"Yatağınız için uyku setinizi hazırlamamızı ister misiniz?" diye soruyorlar.
Selçuk, "Cahilliğini belli etme, bana bak, ben nasıl davranıyorsam öyle davran," diyor.
"Sen ailemizin rızkını buralara yatır, bir de utanmadan hava at, öyle mi?" diye atar yapayım diyorum. Benim gibi bir business class yolcusuna yakışmayacağına karar verip susuyorum.
"Bir daha mil falan isteme benden. Herkes kendi millerini harcasın," diyorum. 
"Senin hiç milin kalmadı ki zaten!" diye cevap veriyor. 
Koltuğumun kenarındaki tuşa dokunup koltuğumu yatak konumuna getiriyorum. 
Sabah kahvaltısı verilene dek mışıl mışıl uyuyorum. 
Çin'e vardığımızı anlamıyorum bile.

Ekonomi sınıfıyla business sınıf arasındaki perdenin neden hep kapalı tutulduğunu artık daha iyi anlıyorum. 
Kokulu taş köfteyle pilavın yerine kılıç balıklarının servis edildiğini bilse insanlar havada isyan çıkar vallahi. 
"Şimdi bundan sonra hep burada mı gideceğiz biz seyahatlerimize?" diye soruyorum Selçuk'a. 
"Yooo!" diyor Selçuk nidasına bir sürü o harfi ekleyerek. 
"Bunu da nereden çıkardın? Benim ne zor şartlarda çalıştığımı anla istedim, hepsi o kadar!"

Not: Garganel makarnanın şekliymiş. Fotosunu koyuyorum ki kimse benim düştüğüm duruma düşmesin.

İyi ki doğdun Kuzey...

$
0
0
Her sene bir yaş daha yaşlanırken Kuzey'in gün be gün büyüdüğüne tanıklık ediyorum/ ediyoruz. Selçuk'un şakaklarındaki kırlar iyiden iyiye kendini belli etmeye başladı. Aynaya baktığım zaman gözlerimin kenarlarındaki kırışıklıkları görüyor ve ''Seviyorsun sen onları!'' diye kendimi ikna ediyorum.
''Gülümse, bak ne kadar gençleşiyorsun bir gülümseme ile!'' bu aralar tek mottom.
Yaşlanmaktan korkmuyorum ama Kuzey'in nasıl da hızla büyüdüğünü görünce zamanın hızı başımı döndürüyor.


Sahi, ne oluyor da lise, üniversite yılları sanki hiç yaşanmamış gibi soluk anıların içine karışıyor. Sofraya konulan tabaklar sen istemesen de azalıyor. Özlemle andıklarımızın yerlerini birer ikişer ufaklıklar dolduruyor.
''Anne, ben ilk ne zaman anne dedim?'' gibi şeyler soruyor Kuzey ara ara.
İlk sevgilimi sorunca daha az zorlanıyorum açıkçası. Selçuk da ben de farklı cevaplar veriyoruz. İkimizin cevaplarında da Kuzey'i yanımıza çekmeye çalışan sinsi bir yan keşfediyorum ara ara. Selçuk da neredeyse geceleri en çok kendisinin kalktığını söyleyecek kadar bir gözü karalık seziyorum. Oğlanla biraz daha konuşmasına izin versem ikna edeceğinden şüphem yok.


Şimdi oturduğum yerden bunları düşününce Kuzey'in doğduğu gün de, anaokuluna başladığı ilk gün de dün gibi aklımda. İlkokula başladığı ilk gün erkenden uyanmış, kıyafetlerini giydirmiş ve apartmanın önünde servisi beklerken gülümseyerek poz vermiştik hep birlikte. O günün üzerinden geçen zamanı sayamadım, bir yerlere not edemedim. Sanki geçip giden zamanla aynı yerde değildik biz. Öyle böyle derken, Kuzey'in 6.sınıfı bitirmesine çok az bir zaman kaldı.



Artık okuldan gelince çantasını bir köşeye fırlatıyor, yapmayı unuttuğu ödevleri için gözyaşlarına bulanmıyor, hatta bana ''Takılma böyle şeylere birkaç eksiden bir şey olmaz'' diyor.

Ben mi?
Biraz annem gibiyim, biraz kendim.
Belki Kuzey de büyüyünce biraz Selçuk gibi olacak, biraz kendi.

Salondaki sehpanın üstündeki fotoğraflar günle birlikte büyüyor, yüzünün, vücudunun şekli değişiyor.
Saçının arka tutamında bazen babamı görüyorum, ellerinin hareketinde Selçuk'u, kimi mimiklerinde amcasını...


Elinde bir kitap varsa ve koltuğa gömülmüşse, yüzümde engelleyemediğim bir gülümseme. Okuyor. Okuyan bir çocuk olduğu için şükrediyorum. Tıpkı benim gibi babası gibi kendi kitap kahramanlarını ekliyor çocukluğuna. Benim bir türlü bitiremediğim çocukluğumla aynı bahçede gezinmiyor, Heidi'yi benim gibi sevmiyor, Clara'ya sinirle bakmıyor. Ruhuna işleyen ve ömrü boyunca yanında taşıyacağı başka dostluklar kurmuş kendine. 
''Heidi'yi izlemeye gidelim?'' dedim geçenlerde. 
''Alplerde yaşayan bu kızı izlemeyi sahiden bu kadar istiyor musun?'' diye sordu. 
Evet, dedim. 


Birlikte büyüdüğümüz zamanların yerini yavaş yavaş bize öğretmeye başladığı zamanlar mı alıyor yoksa diye düşünüyorum. 
Mayısa dair bir çocuk işte. 
Mayıs gibi: Biraz serin, biraz sıcak, çokça bahar...
İyi ki doğdun Kuzey!

Her kitabın okunacağı kendi özel zamanı var!

$
0
0
Her kitabın okunacağı özel bir zaman var.

IKEA'dan alınma kitaplıklarımızın içinde, çalışma masasının üstünde, salondaki köşe sehpada okunmayı bekleyen onlarca, yüzlerce kitap var. Evde bunca okunmamış kitap varken kitap almaya devam ediyorum.


Bazı kitaplar sıcak yaz günlerini, bazıları ılık bir eylül sabahını, kimisi de lapa lapa kar yağan bir kış gününü bekliyor. Kimi kitapların ilk sayfasında ummadığım bir ayaz yüzümü ısırıyor, bazı sayfalarda tuhaf bir cümle sayfanın içinden çıkıp beni sımsıkı kucaklıyor.
Şimdi New York'a gitmeye az bir zaman kalmışken kitaplığın önünde gezinip durmam bu yüzden. New York'a yakışan kitapları bulmak için dolanıyorum. Haziranın ilk günlerine ve gdeceğim yere yakışan kitabı/kitapları bulmak hedefim.

Paul Auster yolculuğuma ve öncesine en yakışan isim. Kış Günlüğü, birkaç kış öncesinin kısa, soğuk gecelerine çok iyi gelmişti. Kırmızı Defter de karamsar ruh halime. 
Ne zaman içim daralsa, konusu ne olursa olsun bir Paul Auster romanı alıyorum elime. Bu kadar sevdiğim bir yazarın tüm kitaplarını peşi sıra okumamamın tek nedeni yazdığı her şeyi tüketmekten korkmam.

Paul Auster benim için can simidi, nefes darlığımın çaresi.

Hayatımızı şekillendiren rastlantılar açık açık dile gelmese de, Auster'ın satırlarından bana ulaşıyor. Rastlantılar, insanın kendine inanmasını kolaylaştırıyor bence. Tabii ya, her şey elimizde değil, öyle değil mi? Rastlantının içinde taşıdığı şans faktörü yaşamı kolay kılıyor. İnsanı hafifleten, sıkıntılarından arındıran bir hoşluk taşımıyor mu sizce de yaşama teslim olmak.
Sırf bu sebepten Paul Auster, karanlık gecenin sabahındaki gün ışığı gibi geliyor bana. her yeni gün başka bir şeye gebe olabilir.

New York seyahati aklıma düşünce Sunset Park'ı alıyorum elime. Hayat tesadüflerden ibaret ya, dünyanın bir ucundaki Paul Auster'a duyabileceğini umut ettiğim bir sesle, ufak bir mesaj iletiyorum.
Bir zaman sonra oralarda bir yerde olacağım Paul Auster! Kim bilir belki bir kafede ya da Sunset Park civarındaki bir sokakta denk düşeriz. Yanına gelip de bir imza isteyecek cesaretim olmasa da, seni gördüğüme ve rastlantıların gücüne dair anlatacak ne müthiş bir hikayem olur.

New York Günlüğü: Barnes & Noble

$
0
0
İtiraf etmem gerekirse uzun zamandır böyle bir anı hayal ediyordum. New York'a gelecek, Barnes and Noble'da bir masaya oturacak, kahvemi alacak ve duvarlarda resimleri olan edebi kahramanların karşısında yazı yazacaktım. Öyle deftere falan yazmayı da hayal etmiyordum açıkçası. Bütün yazarlar nasıl bir kafede oturup, bilgisayarlarının karşısında yazıyorlarsa öyle yazacaktım. Her şehrin bir raconu var, değil mi? New York'da az da olsa havalı takılabileceğiniz bir şehir.


İşte böylece şimdi bulunduğum yerdeyim. Beyaz çikolata eklenmiş kahvem masanın bir köşesinde duruyor ve ben bilgisayarın önünde yazmak için hazır bekliyorum.
Bu ülkenin dünyayı ne hale soktuğu malum ama kendi vatandaşları için ülkelerini bir cennet yaptıkları da aşikar. İnsana havadan uçup da kafanıza konarmış gibi bir rahatlama hissi geliyor. Her şeyi yapabilirmişsiniz, hayallerinizin sadece bir adım ötesindeymişsiniz gibi.
Şu raflarda duran kitaplar var ya, Referans yazısının altında duranlar, onlar nasıl bir yazar olabileceğinizi anlatıyorlar. İki ay içinde bir kitabı yazıp bitirmeyi garanti edenler bile var. Stephen King'in ''Yazmak''üzerine kaleme aldığı kitabı bilmem kaçıncı baskısını yapmış. Rafta görünce bu kitabı da okuduğumu ama hala bir kitap yazamadığımı anımsıyorum. Olsun, her şeyi yapabileceğime ilişkin ruh hali hâlâ üstümde. Bu şehirden ayrılana kadar da gidecek gibi durmuyor.

Kafede otururken etrafımdaki masaların hepsinin kitap okuyan, önündeki bir deftere bir şeyler yazan, bilgisayarının klavyesine ritmik hareketlerle dokunan insanlarla dolu olduğunu fark ediyorum. Yazmak için bir sebep daha işte: Herkes yazıyor. Yazmak, çoğu kişiye iyi geliyor. En azından bu kitapçının kafesini dolduran bunca insana.
Burada yaşasam her gün buraya gelir, her gün kahvemi alır, aklımda dolanıp duran hikayemin her gün bir bölümünü yazar mıyım? Bilmiyorum. İnsan böyle soruların cevaplarını bilmiyor ama yapamadığı şeyler için elbet özürler sıralıyor.
Çok işim var, yazmak için vakit kalmıyor, yazacağım da ne olacak, yazsam kim okuyacak?
Sen yaz da kimse okumasın. Kimin umurunda?

Tatil modundayım ve hayatımın yaşadığım şu anından çok mutluyum ya yazdıklarımın hiçbirinde sitem yok. Şurada oturmuş, iki satır da olsa bir şeyler yazıyorum. Kelimeler aynı düşündüğüm gibi dökülüyor ekrana. Ne sıraya koyuyorum onları, ne bir şekil vermeye çalışıyorum, ne de düzene sokmak için çaba harcıyorum.
Uzun zamandır içine beyaz çikolata katılmış böyle şekerli bir latte bile içmemiştim. Tıpkı özgür bir ruh gibi kalorilerin hesabını yapmayı bile bir kenara bıraktım. Sahiden mutlu olmalıyım. Bir de ense kökümü donduran klima olmasa.

Tam karşımdaki duvarda, kahve servis edilen bar tezgahının hemen üstünde Emily'nin fotoğrafı duruyor. Bildiniz Emily Dickinson! Üstünde o bildik asaleti, portresini çizen ressama poz veriyor. İngilizcem Emily'nin şiirlerini kendi dilinden okumaya yetmiyor. Bazen buna üzülüyorum. Oysa başkalarının hislerinin karıştığı bir çeviri okumak yerine Emily'ye kendi dilinin üstünden dokunmak isterdim. Kim bilir, belki bir gün deneyecek cesareti bulurum ya da kendimi olduğum gibi kabul ederim.


Barnes and Noble'dayım. Uzun zamandır hayal ettiğim gibi bilgisayarım önümde açık.
Kendimle sanki dünyayı değiştirmişim gibi gurur duyuyorum; öyle mutluyum. Buraya gelmeden az önce Gay Pride'ı izlemek için toplanmış onca kalabalığın içine karıştım ve önümden gelip geçen tüm insan oğlu ve kızlarını delicesine alkışladım. Kuzey de yanımdaydı.
Öyle mutluyum işte!
Bazen dünyada güzel şeyler de oluyor.
Keşke her yer iyilikle dolu olsa!

Elmadan bir ısırık: New York

$
0
0
Manhattan'da küçücük bir ev kiraladık. 72.Caddede, Central Park'ın hemen yanı başında. Bir arka sokağımızda Doğal Tarih Müzesi var. Selçuk günlerce internet üzerinde bir ev bulmak için uğraştı. Ben Central Park'a yakın olsun diye ısrar ettim. Her sabah erkenden uyanıp koşmaya niyet etmiştim. Şimdilik sadece bir sabah koştuğum düşünülürse pek de başarılı sayılmam. Yine de her akşam uğradığımız, birkaç saatimizi geçirdiğimiz bir yer oldu Central Park. gün içinde o kadar çok yürüyoruz ki ayaklarımın ağrısından sabah kalkıp bir de koşuya çıkmayı düşünemiyorum. Kuzey, her akşam parka gidip top oynuyor. Biz de bir köşede oturup onu seyrediyoruz. 


Ev, çok basit döşenmiş. İnternetten de gördüğümüzden farklı değil. Dar bir apartmanın ikinci katında. Sex and the City'de Carrie'nin oturduğu ev gibi aynı. Birbirine bitişik evler ve birinci katta kadar çıkan merdivenler var. Pencereden baktığında New York'ta olduğuna inanıyorsun; öyle sahici bir sokak. Sokağın bittiği yerde Central Park olduğuna inanmak zor geliyor. Çünkü ağaçların olduğu bir dünyanın sadece bir sokağın bitiminde olabileceğine ikna edemiyorum kendimi. Sanırım hemen herkesin bir köpeği var çünkü sabahları ve akşamları köpeklerini gezdiren insanları seyrediyorum pencereden. 

Dönerken bırakırım diyerek evdeki çaydanlıklardan birini getirdim buraya kadar. İyi ki de getirmişim. Yoksa pencereden bakıp hayatı izlemek böyle keyifli olmazdı. On beş gün demleme çay olmadan yaşamak için uzun bir süreç.

Her girdiğim kitapçıdan bir kitap almamak için zor tutuyorum kendimi. Kitap dediğin meret çantayı çok ağırlaştırıyor. Selçuk'un alışveriş kilolarından çalmayacağım kadar kitap almalıyım. Oysa girdiğim her kitapçıdan bir şey almak istiyorum. Kimi zaman kitap, kimi zaman kırtasiye eşyaları. İnsanın başını döndürecek kadar güzel şeyler var buralarda. 
Kendi kendimize bir rutin tutturduk. Dışarılarda gezip gezip bir kitapçıda soluklanıyoruz. Kitapçı genellikle Barnes and Noble oluyor. Kuzey de buraya gelmek için sabırsızlanıyor çünkü interneti çok iyi çekiyormuş. Selçuk'la ikisi hemen gidip kendilerine birer kahve alıyorlar. Kuzey karamelli soğuk frappuçino alıyor, Selçuk çikolatalı latte. Normalde İstanbul'da kahve içmeyen Selçuk beni şaşırtıyor. Ben bildiğiniz kahveyi içiyorum genellikle. Ara ara ağzıma şekerli bir şeyler atsam da tercihimi genellikle Starbucks'larda satılan Cheese Cake Factory'nin nefis cheesecake'lerinden yana kullanıyorum. Bir daha nerede bulacağım böyle güzel cheesecakeleri?  Aklımca kalori ortalaması yapıyorum işte. Kalorisi az kahve umarım bir şeyleri kurtarıyordur. 

Her gün ha babam yürüyoruz. New York'un bir köşesinden diğer köşesine. Güya metro biletimiz var ama ne yaparsak yapalım eve döndüğümüzde 20.000 adımı atmış bulunuyoruz. Daha önce de söylediğim gibi güzel günler su gibi akıp gidiyor. 
Burada inanılmaz bir meyve suyu çılgınlığı var. Herkesin elinde bir meyve suyu. Sadece meyce suyu değil elbet, sebze suları da var. Her sokakta bir ya da birkaç tane meyve suyu dükkanı. İçleri tıklım tıklım. İstanbul'da da bu kadar popüler olmasına şaşmamak lazım. Bir meyve suyu 5-7$ arasında. Biz de daha pahalı. :)

Daha önce Miami'ye geldiğimde yeme-içme olayı bu kadar pahalı gelmemişti. New York pahalı bir şehir. Kirası da yemesi de yaşaması da. İyi para kazanmıyorsan Manhattan'da yaşaman mümkün değil. New Jersey, Brooklyn gibi şehrin diğer taraflarında yaşamayı düşünebilirsin. Pek tabii insan Manhattan'da yaşamak ister. Hayat burada bir başka akıyor. Central Park, şehrin içinde bir orman sanki. Ben de herkes gibi Manhattan'da yaşamak isterdim. Müzelere gitmek, kahvemi alıp Central Park'ta çimenlerin üstünde oturmak ya da sabah yürüyüşümü yapmak falan. 

New York aklımı başımdan aldı sanırım. Bu şehre demir atmak istermişim gibi hissediyorum. 


Her gidişin bir dönüşü var.

$
0
0
Eve döndük. 

Bir seyahat daha bitti.

Aslına bakılacak olursa bu benim bir şehirde yer değiştirmeden en uzun kalışım oldu ve her dakikasından çok keyif aldım. Şaşırtıcı bir şekilde devamlı fotoğraf çekip durmadım. Kendimi şehrin akışına teslim ettim. Saatlerce yürüdüm, bir yanıma gökdelenleri alıp şehri keşfettim. Central Park'ta ağaç gövdelerine sırtımı yasladım, çimlere yattım, uzun uzun gökyüzüne baktım, sabah erkenden kalkıp parkta koştum.


Müzelerde dolaştım. Guggenheim hariç, gitmeyi hedeflediğim tüm müzelere gittim. Guggenheim Müzesine gidecek, spiral merdivenlerini fotoğraflayacak vaktim de vardı ama şehirden kopamadım. New York'un beni sarıp sarmalamasına izin verdim. Coştum, kahkahalar attım, güneşe yüzümü verdim. 

Sokaklarda sosisli sandviç yedim. Gray's Papaya en çok sevdiğim oldu. Köşe başlarını mesken tutmuş Starbucks'lardan kahve aldım. Elimde kağıt bardaklarla dolaştım. Tam on beş gün boyunca telefonumu kapalı tuttum. En sevdiğim parkın hangisi olduğunu uzun uzun düşündüm. Bu şehirde yaşasaydım sabahları Central Park'ta koşacağıma ama akşamları mutlaka Bryant Park'ta bir kahve içip, kitap okuyacak kadar oturacağıma karar verdim. Girdiğimiz her mağazada, her kafede insanlar nasıl olduğumu sordu, hepsine gülümsedim, neşeyle cevap verdim. İnsanların birbirine nefretle değil de sevgiyle yaklaştığı bir yerde hayatın tadını çıkarmaya çalıştım.


''Homeless but not hopeless'' yazan bir evsize üstümdeki tüm bozuklukları verdim. İki sosisli bir kola ısmarladım. Şehrin tüm kitapçılarını tek tek gezdim. Bazılarını akşam rutinim haline getirdim. Günün akşama dönen kısmını Barnes and Noble'da geçirdim.Şehrin dört bir yanındaki ücretsiz interneti kullandım. Kiraladığımız eve gitmeden önce ''Whole Food Market''ten alışveriş yaptım. Akşam yemeklerini evde yedik. Sabahları götürdüğüm küçük çaydanlıkla çay demledim. 

Paul Auster'ın peşinden Brooklyn'e gittim. sabahları uğradığı kafelere uğradım. Belki Paul Auster'a denk gelirim diye içimdeki umudu besledim. Denk gelmesem de onunla aynı kafede bir kahve içtiğimizi bilerek, Brooklyn'deki Barnes and Noble'da oturdum. Daha önce gidip de beğenmediğim Brooklyn'i sevdim. Paul Auster'in gözleriyle etrafıma baktım. Sunset Park kitabını yazdıran Green-Wood Cemetery'de yürüdüm.


Alışveriş yaptım. Metroya bindim. Katz'de pastrami, Dean Deluca'da sushi, China Town'da çin yemeği yedim.
Hiç uyumayan bir şehirde uyudum ve sabahları New York'ta olduğumu bilerek uyandım.

Şimdi evdeyiz. Yeni yollar düşlüyoruz.

Ömrümde gördüğüm en güzel müzelerden biri: Morgan Library

$
0
0
Ah kitaplar... 
New York seyahatime en çok kitapçılar damga vurdu. Bunun böyle olmasının dışında bir şey de düşünülemezdi zaten. Çünkü küçüklüğümden beri kitapları çok sevdim. Kendimi evimde hissetmek için her gittiğim yerde kitapçı gezmem belki de bu yüzden. Güzel kitapçıların olduğu şehirler hiç tereddütsüz benim şehrim oluyor. Belki de bu yüzden New York da sevdiğim güzel şehirler arasındaki yerini aldı. 

Fotoğraf şuradan
Kitapları ve kitapçıları bu kadar severken ömrünü nadide kitapların peşinde geçirmiş, bir elyazması için dünyanın bir ucuna gitmiş, yolların, maceraların ve sınırsız hayallerin sahibi bir adamın yarattığı bir cennete gitmemem düşünülemezdi. Hangi kısmın beni daha çok büyülediğini bilmiyorum. Seyahat fikrinin ötesine geçen bir şeyler vardı bence Pierpont Morgan'ın yola düşüşlerinde. Ona kapıldım. Morgan'ın evine doğru yola çıktım.

Madison Avenue üstünde görkemli bir bina; sıcak, insanda içeri girme isteği uyandıran. Şimdi müze haline dönüştürülen evin sahibi az önce adını andığım Pierpont Morgan isimli Amerikalı bir banker. Ailesinin ve kendisinin uzun ve görkemli bir hikâyesi var. Müzeye dönüştürülen bu ev, Pierpont Morgan'ın yıllarca peşlerinden koşarak biriktirdiği kitapların toplandığı özel kütüphanesi.


Müzeyi, tüm duvarları kaplayan onca kitabı, geniş pencereleri, içeri süzülen nazik ışık demetini, bordonun hakim olduğu huzur veren dekoru, Pierpont'un çalışma odasını ve masasını görünce insan, kendini ender bulunan kitapları, karalamaları, baskıları toplamaya adamış birinin nasıl biri olabileceğini düşünürken buluyor.

Sen kimsin Morgan Pierpont?


Uzun bir hikayesi var Morgan'ın. Şanlı bir geçmişi var.. Siz de benim gibi kütüphanenin resmi sitesinde gezinirseniz Morgan hakkında daha geniş bir bilgiye ulaşırsınız. Kısaca anlatmak gerekirse kahramanımızın kökleri New England'a kadar uzanıyor. Neredeyse beş jenerasyon ötesine dek New England'da süren bir yaşam var. İhtilalden önce Amerika'ya yerleşiyorlar. Para, pul, kültür, sanat ne ararsan bu ailede mevcut. Pierpont Morgan'ın James Pierpont isimli atalarından biri, aynı zamanda Yale Üniversitesi'nin kurucularından. Daha ne olsun değil mi?



Köklü ve zengin bir aile...


Pierpont Morgan'ın büyükbabası öldüğünde oğluna (yani Pierpont'un babasına) kurmuş olduğu sigorta şirketini ve 1 milyon $ değerinde bir arazi bırakıyor. Sene 1847. 1900'lü yılların başlamasına yüz elli yıl gibi kısa bir zaman var yani. Sonrasında baba Morgan evleniyor, ilk çocuk bugün müzesini gezdiğimiz Pierpont Morgan'ın ta kendisi. Peşinden üç kız ve bir erkek kardeşi daha oluyor ama erkek kardeşi on bir yaşındayken ölüyor. İlerleyen yaşlarında Morgan'ı Avrupa'da bir eğitim hayatı bekliyor. Bu sırada iyi derecede Fransızca ve Almanca öğreniyor. Yirmi yaşında New York'ta bir bankada çalışmaya başlıyor. Sene 1857.


Dedenin ölümü ile Morgan'ın ölümü arasındaki tarihler sizi şaşırtmasın. :)
Müzenin sayfasında anlatılan bir takım finansal bilgiler var. Bu kadar çok parayı benim kafam almıyor. Uzun lafın kısası, babası gibi Morgan Pierpont'ta banker. Ailenin ne kadar çok parasının olduğunu anlamamız için şu örmek yeterli sanırım. Öyle çok paraları var ki Amerikanın yeniden yapılanması için gereken parayı Amerikan Hükümetine bu aile veriyor.

Morgan'ın banker babası Junies, 1890 yılında öldüğünde ailenin arazilerinin değeri 12.4 milyon $.

Para elbette önemli ama Pierpont'un ruhunda entellektüellik var. En büyük ilgi alanı kitaplar. 

Peki bu arada Pierpont Morgan'ın yaşamında neler oluyor?

Hayatının baharında, Avrupa'dan döndüğü sıralarda aşık oluyor. New York'un tanınan işadamlarından (Davul bile dengi dengine çalar!)ve sanat hamilerinden birinin kahverengi saçlı, güzel kızına ilk görüşte vuruluyor. Kızın adı Amelia Sturges. Biz ona Memie diyoruz.


Memie ve ailesi 1859 yılında büyük bir Avrupa turu yapmaya karar veriyorlar. Avrupa'yı elinin içi gibi bilen Pierpont, hemen aile için bir rota çiziyor. Turun son ayağı olan Londra'da Morgan da aileye katılıyor. İki hafta boyunca her gününü aşık olduğu kızın yanında geçiriyor ve onlarla birlikte Atlantik'i geçerek New York'a geri dönüyor. 1860 yılının baharının sonunda kızı evlenmeye razı ediyor. Ne yazık ki Memie'ye musallat olan ve bir türlü geçmek bilmeyen bir öksürük var. Yine de evlilikleri için düşündükleri tarihi ertelemiyorlar ve 1861 yılında evlenip balayı için Akdeniz'e doğru yola çıkıyorlar. Paris'te Memie'ye tüberküloz teşhisi konuyor. Pierpont'un yoğun ilgisine ve bakımına rağmen 1862 yılının şubat ayında Memie ölüyor. Pierpont dul kaldığında 24 yaşında.

Hayat devam ediyor.


Aradan fazla bir zaman geçmiyor. 1865 yılında Pierpont bu sefer Frances Louisa Tracy ile evleniyor. Birbirlerinden öyle farklılar ki. Morgan New York'u, çalışmayı, oradan oraya koşuşturmakla geçen sosyal bir yaşamı, macera dolu seyahatleri, sanatı, güzel döşenmiş evleri, giyinip kuşanmayı, yatları seviyor. Oysa Fanny çocukları ve yakın birkaç arkadaşıyla birlikte olacağı sessiz bir yaşamı tercih ediyor. Pierpont ve Fanny'nin dört çocukları oluyor. Büyük kızları Louisa evlenene kadar tüm seyahatlerinde babasına eşlik ediyor. Aile 1882 yılında şimdi müzeye çevrilen Madison Avenue 219 numaralı eve taşınıyor. Pierpont, yaşadığı süre boyunca seyahatlerinden arta kalan üm zamanda bu evde oturuyor.


Pierpont'un hikayesi yukarıda anlattığım gibi. Benim ana hatlarıyla anlattığım yaşam öyküsünün içinde nice acı, nice kahkaha nice anı gizlidir. Bunu bilmek mümkün değil. Hayal edebildiklerim kendi yaşamımın acı-tatlı anılarından öğrendiklerim. Morgan'ın evi, günümüzde hemen yanına yeni yapılan modern bir bina ile birleştirilmiş. Geniş cam kapıdan içeri girince önce giriş biletinizi alıyor, sırt çantanızı bırakıyor ve Morgan'ın evinin giriş kapısından kütüphanenin içine giriyorsunuz. O kapıdan geçer geçmez de bir adamın ömrünü adadığı tutkusu sizi sarıp sarmalıyor. Kitap seven herkesin önünde saygıyla eğileceği bir mabed burası. 
Elbette ''Benim de o kadar param olsa...'' diye kurulacak nice cümle içimizden çıkmak  için sabırsızlanacaktır ama öyle değil bence. Morgan Library and Museum, bir adamın hayatının uzun yıllar sürecek şanlı hikâyesi. Bu adamın tutkusu olmasaydı yok olup gidecek nice ilk kitap orada huzur içinde yatıyor. 

Bir gün New York'a giderseniz ve kitaplar sizin için önemliyse mutlaka gidin diyeceğim ender mekanlardan biri Morgan Library and Museum.

Edebi New York'a buyrun!

$
0
0
Gitmeden önce uzun uzun hazırlık yaptım. Şehre gidince nereleri gezecektim? Hem telaş etmeden bir on beş gün geçirmek istiyor, hem de hiçbir şeyi kaçırmadan geri dönmek istiyordum. Kitapları, yazarları, edebiyat kokan binaları çok sevdiğimden internette biraz araştırma yaptım. Google'a ''Edebi New York'' diye yazdım. Karşıma nefis bir blog çıktı. Yeni Zelanda'lı bir genç kız yollara düşmüştü ve gittiği yerlerden yazıyordu. Sanırım ''Türkiye güvenli bir değil, sakın gitme!'' diyenlere inat Türkiye'ye gelmiş olmasından ve sonra Türkiye'yi anlatan güzel bir yazı yazmış olmasından kanım daha da çok kaynadı. New York'un edebi binaları ile ilgili yazdığı yazıyı da bir kenara not ettim. Bir eksikle gittiği yerler benim de listemde vardı. New York'u bir de bu gözle görmek isteyenler için bu listeyi yazmak bana da şart oldu. 

Edebiyat demiştik, değil mi? 
Hadi beni izleyin!

Library Way mi, o da ne? 

(E 41th street) Göğe doğru uzanan gökdelenlerin yanından, Batı 41. cadde boyunca yürüdüğünüzde ve gökyüzüne değil de yere doğru baktığınızda yerde  tanıdık edebiyatçıların söylediği özlü sözleri göreceksiniz. Benim gibi her birinin önünde durabilir, bir yerden bir yere ulaşmaya çalışan insanların önünü tıkayabilir, hatta çocuğunuzu hint fakiri gibi yere oturtup fotoğraf çekebilirsiniz. Amerika'da, daha doğrusu New York'tasınız. İnsanlara zarar vermedikçe her şeyi yapabilirsiniz. Bu yol sizi dosdoğru nereye götürüyor? Tabii ki önünde iki aslanın nöbet tuttuğu New York Halk Kütüphanesine.


Liz, yukarıda bahsettiğim blogun sahibesi, New York'un edebiyat duraklarına kitaplarla dolu olan bir otelden başlamış. Library Way üstündeki bu otelin önünden geçtik, kapısından içeri girdik, küçük resepsiyonunda soluklandık, birkaç da fotoğraf çektik. Ne yazık ki otelin odalarına girip konaklamadığımızdan benim ''Edebi New York'' listemde yer almıyor otel. Yine de gitmek isteyenler için burada bu bilgi bulunsun istedim.



Özlem'in ''Edebi New York'' Listesi 

1- New York Public Library:

New York Public Library, New York'ta yaşama hayallerimin birincisi. Aslanların iki yanında durduğu merdivenlerden teker teker çıkıp, heybetli taş binanın insana güven veren gölgesine sığınmak. İnsanın içini ferahlatan geniş bir alan, hayata şükretmek için nefis bir sebep. Bence öyle! Her romantik gibi aklımda filmlerden kareler; Sex and the City'deki Carrie'nin Mr. Big'e kavuşamadığı o koca kütüphane. Serin avlularda fazla ses çıkarmadan dolaştım.Üst kata doğru emin adımlarla ilerledim. Hayat her zaman insanın yüzünü güldürmüyor değil mi? Daha şehre gelmeden onca hayalini kurduğum üst kattaki Rose Reading Room'un ne yazık ki tadilat nedeniyle kapalı olduğunu öğrendim. Yıkılmadan, belki bir sonraki gelişimizin sebebidir bu deyip New York'u yaşamaya devam ettik.



2- Strand Bookstore:

Strand'ın hakkını yemek mümkün değil. Burası sokaklarda satılan hot dog, köşe başlarına kurulmuş Starbuckslar, sokakları mesken tutmuş evsizler kadar New York, Amerika. Temelleri 1927 yılında atılmış bir kitapçıdan bahsediyoruz. Yeni, kullanılmış ve ender kitapların satıldığıStrand'in kitap dolu raflarının arasında gezinirken insan şaşırıyor. Hâlâ böyle yerler var mı sahiden?
Benim gibi bir çömez için ilk seferde aradığını bulmak mümkün değil. Burası daha çok ev gibi. Sevgi, şefkat ve kucaklama istiyor. En çok kitapçının ikinci katını kuşatan çocuk ve genç kitaplarının olduğu katı sevdiğimi söylemem şart. Ah, ne çok kitap var öyle! Şimdiki çocuklar sahiden çok şanslı.


Kitapseverler, New York'a yolunuz düştüyse Strand'e uğramanız şart. Kitap almasanız bile havayı koklayın. Bez çantalardan bir tane edinin ve öyle geri dönün.


3- Morgan Library ve Müzesi:

Burayı uzun uzun anlattım. Detaylar için buraya tıklıyorsunuz. :)
Ama kısaca bahsetmeden geçemeyecek, bu gizli diyarı bir kez daha tekrar etmeden duramayacağım. New York'taki birçok müzeye giriş ücreti ödemeden ya da ne kadar ödemek istiyorsanız onu ödeyerek girebiliyorsunuz. Tabii gişede size böyle bir hakkınız olduğunu söylemiyorlar. Morgan Library ne yazık ki böyle bir haktan yararlanabileceğiniz bir müze değil. Yine de benim gönlümde verilen her kuruşu hak ediyor. İçeri girip de bir insanın tutkusunun neler yapabilceğiniz görünce insan hayatını tekrar gözden geçiriyor, etrafında heveslerinin peşinden giden daha çok insan olmasını diliyor. Hayat bize öğütlendiği gibi sadece akademik başarılardan ibaret değil. Yaşamı değerli kılan ne çok şey var etrafımızda. Bunları bulup çıkarmak gerek. 
Kitaplar hayattaki en büyük tutkularınızdan biriyse mutlaka gidin Morgan Müzesi'ne.


Not: Hani rastlantılardan, evrene sesini duyurmalardan falan bahsedip duruyordum ya, doğum günümden bir gün sonra Paul Auster burada kendine ilham ve yazma hissi veren filmlerle ilgili bir sohbet yapmış. Sevdiğim yazarı göremesem de çok yakınlarından geçtim, bunu hissediyorum. :)

4- Barnes and Noble:

Bu kitabevi zincirini bizim D and R ile karşılaştırmamız mümkün; sadece D and R, Barnes and Noble'ın yanında fazlaca çelimsiz kalır, hepsi bu! Burası benim kitap mabedlerimden biri oldu. Daha önceden tanışıklığımız vardı ama yine de kapısından girer girmez aradaki mesafeleri ve zamanı hemen erittik. Sanki her şey bıraktığım gibiydi. Bir önceki gelişimizde aldığım kupa tezgahı yine aynı yerde duruyordu. Aradan altı koca yıl geçmişti. Ben kitapçıyı düşündüğüm köşede bulamamıştım ama kitapçının içindeki diğer her şey aynı yerindeydi sanki. İçerideki kafeden mis gibi kahve kokusu yayılıyordu. Cheese Cake Factory'nin nefis cheese cakeleri cam rafın arkasından bana bakıyordu. Şehrin her köşesindeki Barnes and Noble'lara girdim. En çok Union Square'deki parka bakan dört katlı binadakini sevdim. Bir keresinde bilgisayarımı alıp burada bir blog yazısı bile yazdım. Bu da hayallerimden birini gerçekleştirdiğim anlamına geliyor. Evet, ben burayı çok sevdim.


Not: Cheese Cake Factory'nin cheesecakelerini sevenler! Ne yazık ki Manhattan'da bu nefis restoranın bir şubesi yok. İlla ki cheese cake yiyeceğim diyorsanız, en yakın Starbucks'a ya da Barnes and Noble'a gidecek ve orada tatlılarınızı mideye indireceksiniz.

5- Housing Works Bookstore Cafe:

Şehrin birçok yerinde kitapçılar var. Ama Housing Works Bookstore Cafe'yi özel kılan başka bir şey var. İçindeki kocaman kafe insanın aklını başından alsa da onu asıl sevdiren şey içinden yayılan iyilik hareketi. Burada çalışan herkes gönüllü. Çalışmalarının karşılığında para almıyorlar. Tam tersine sattıkları her kitabın geliri HIV virüsü taşıyan hastaların tedavi masrafları ve evsizlere yardım etmek için kullanılıyor. Para dediğin şey böyle şeyler için kullanılmalı değil mi?


Bu kafe birçok etkinlik için de kullanılıyor. Okuduğuma göre Anne Hathaway'de nişanını burada yapmış. Zaten anne Hathaway'i severdim, şimdi daha da gözüme girdi. Biz SOHO'daki bu kafeye bir akşamüstü uğradık. İçeride keyifli bir sessizlik, kahve makinesinin kitapların suskunluğuna yakışan sesi vardı. Kimileri kitaplarını almış oturuyor, kimileri defterine bir şeyler karalıyor, kimileri de raflar arasında dolanıyordu. Burada satılan kitapların daha ucuz olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Sanırım bağış yapılan ya da ikinci el kitaplardı. Kafenin hemen yanındaki bir dükkanda da ikinci el kıyafetler satılıyordu. Yine ihtiyaç sahibi insanlar için kullanılmak üzere elbette.

Not: Sen şimdi nişanlanacak olsan nerede nişanlanırdın? Kitapların arasında olması fikri çok romantik değil mi?

Meg Ryan ile Tom Hanks kahvelerini nerede içtiler dersiniz?

$
0
0
Nora Ephron filmlerini severim.

Üstlerinde içimi ısıtan bir naiflik, yüzümü güldüren espriler, film boyunca hakkında konuşulan bir kitap, vefayla bahsedilen bir film, dozunda romantizm ve bolca yaşama sevinci taşırlar. Ailem gibi hissettiğim oyuncular başrollerde oynar ve bana şunu hissettirirler: Her şeye rağmen yaşamda tutunulacak bir dal mutlaka vardır.


Harry Sally ile Tanışınca, Mesajınız Var, Sevginin Bağladıkları ( Sleepless in Seattle), Julie & Julia ya da Michael desem bu filmlerin hepsini hatırlarsınız eminim. Yüzünüzde nefis bir tebessüm oluştuğunu saklamayın sakın çünkü benim o tebessümlere ihtiyacım var. 


Kitaplar, filmler, göremediğim şehirler, varabildiğim kentler beni mutlu eden şeyler. Ruhum ne zaman bir açmaza saplansa yönümü bu saydığım şeylere çeviriyorum. Küçük mutluluklarımı yaşamımın özü kılmaya çalışıyorum. 


Peki ya film mekanları?
Siz de benim gibi bir filmde gördüğünüz bir yerde olmayı hayal ediyor musunuz?


New York'ta 72. caddede bir evde kaldık. Town House dedikleri tarzda bir binaydı. Birbirine bitişik yapılmış binalar önlerinde uzanan birkaç basamaklık merdiven girişleriyle birbirinden ayrılıyordu. Tıpkı filmlerden tanıdığımız evler gibi. Orada bulunduğumuz on beş gün boyunca o merdivenlerden çıkıp anahtarımızla giriş kapısını açıp evimize girdik. Her merdivenin ayrı bir köşesinden ses çıkıyordu. Ahşabın o tanıdık tınısı...
Evin olduğu sokak Central Park'a açılıyordu ve hemen arka sokağımızda Doğal Tarih Müzesi vardı. Her gece sokağa bakan pencerenin önünde oturup çayımı içtim, defterime bir şeyler karaladım ya da film seyrettim. 


Oradayken farkında değildim ama bu bölge Mesajınız Var filminin çekildiği bölgeydi. Filmin kahramanları Kathleen ve Joe ile arada yıllar olsa da aynı metro durağının önünde oturmuş, köşedeki aynı sosisçiden sosisleri götürmüştük. ''Aman Allahım bu ne ya? 5 dolara gazete mi olur?'' diye gazete almadığım köşedeki gazeteci hâlâ aynı yerde duruyordu. 
Sevdiğim bir Hollywood sanatçısıyla aynı yerde yemek yemek ya da aynı sokakta yürümek kadar basit değil anlatmak istediğim. Hayat bazı yerlerde daha yavaş ilerliyor gibi sanki; onu seviyorum. Yıllardır aynı köşede duran gazeteci benim için çok kıymetli.


''Mesajınız Var" filminde Kathleen ile Joe bir kafede buluşurlar. İlk buluşmaları olacaktır bu ve Cafe Lalo'ya giderler. 
Aradan yıllar geçer. Benim bu filmi seyretmemin üstünden koca bir gençlik akar. İlk aşkların insanda bıraktığı izler silinir. Film bile hayal meyal aklımdadır. Olacağını düşünmediğin bir gelecek zamanda New York'ta konakladığın evden çıkarsın, o kafeye gitmek ve kahvaltını etmek için yürürsün.


Size bir şey söyleyeyim mi? Hayal kurmak nefis bir şey! Her zaman gerçekleşmese de öyle!
Cafe Lalo da bir kafeydi işte. Bir film karesinin orta yerine oturmuş, yıllar sonra karşıma çıkmıştı. Kafe çok kalabalıklaşmadan kahvaltımızı ettik, içerinin fotoğraflarını çektik ve sonra da bir keyif kahvesi yudumladık. 

Viewing all 282 articles
Browse latest View live