Quantcast
Channel: Macera Kitabım'ın gezerken yaşadıkları- Özlem Öztürk
Viewing all 282 articles
Browse latest View live

Yokum, az sonra döneceğim.

$
0
0
Bugünkü yazı bir iç dökümü olsun. Bir şeyler yazmak için en güzel yer orası çünkü.

Bir kere okulların açılmasına çok sevindim. İlk itirafım buradan gelsin. Okulların açılmasıyla birlikte düzene giren hayatımıza bayılıyorum. Mecburen sabahın köründe kalkıyoruz ve ailece hepimiz birbirimize kötü davranıyoruz. Daha saat 07.00 olmadan Kuzey gidiyor. Ben kendi rutinimi ancak oturtmaya başladım. Oğlumu kapıdan yolladıktan sonra çayımı demliyorum. Mutfakta fokurdayan demlik gibi güzel bir şey yok bu dünyada. En azından sabahın kör vaktinde.

Kendime kalan bu anları çok seviyorum. Güzel şeyler düşünmek için ayrılmış nefis saatler...


Canım pek istemediği için New York seyahatimizin zihnimde iz bırakan, anlatmak için sabırsızlandığım nice güzelliklerini paylaşamadım. Oysa öyle güzel bir tatil geçirmiştim ki yazmakla bitiremeyeceğimi düşünüyordum. Dünyanın her köşesinde aynı zevklerin etrafında dolanıp dursam da ne çok güzel şey var dile gelecek. Mesela New York'un gezilmesi gereken tüm kitapçılarını yazacaktım. Ben anlattıkça kitapsever her dost gitmedikleri o kitapçılarda ufak bir gezintiye çıkacak, gidenlerin suratındaysa bilindik bir tebessüm oluşacaktı. Olmadı. Klavye elimin altında olduğuna göre bir gün yazarım belki. Yazmayı çok isterim çünkü.

New York dönüşü sonrası içime kapandım. Aman ne kapanış! Ne bir satır yazı yazdım bir köşeye ne de bir satır kitap okudum. Kitap bile satın almadığım ve kendimi Grey's Anatomy dizisinin içine hapsettiğim tuhaf bir dönemdi. Bundan daha uzun bir süre kendimi dinlediğim bir dönem olmuş muydu hatırlamıyorum. İşin garip yanı dönüp dolaşıp aynı soruları sordum kendime. Ne yazık ki beni tatmin edecek bir cevap bulamadım. Sanırım şimdi bazı şeyleri olduğu gibi kabullenme dönemindeyim. Kafam daha rahat ve Grey's Anatomy'de 12.sezonu bitirdim. Uzun lafın kısası dizide bulduğum huzurlu hayat da on iki sezonun sonunda tükendi. Koskoca bir on iki yılı iki aylık depresyon dönemimin içine sığdırınca bir sürü şey oldu elbette. Sanırım Brad ve Angelina da boşanmışlar ben depresyonumla baş başayken.


''Ben bunalıma girdim.'' diye sağda solda dolaşırken Küba tatili geldi çattı elbette. ''Vallahi parasını önceden ödemeseydim bu halimle Küba'ya falan gitmezdim.'' diye hem etrafa hava attım, hem de Fidel ölmeden önce Küba'yı görüyorum diye sevinerek Air France uçağına atladım. 
Baştan söylüyorum Fidel ölmeden Küba'ı görmek geyiği ne saçma bir geyiktir. İnternet sahiden kopyala yapıştır yapan, birilerinin hayallerini kendilerine mal eden yaratıklarla dolu. Kendi hayallerimizi yaşayalım arkadaşlar. (Bir ara kendi hayal listemi yapacağım bu arada)
Küba'ya gittik vesselam. Bilindik tüm Küba geyiklerini elimizden geldiğince yaşamak için her şeyi yaptık. 
*Seyahat boyunca Fidel Castro'ya bir şey olmasın diye dua ettik.
*Bol bol mojito içtik.
*''Hemingway Daiquiri içermiş.'' diyerek bu içkiyi tükettik. 
*Adını ezberlemeye çalıştığımız romlu içkileri kafaya diktik.
*Bol bol sigara ve puro tükettik. 
*Comandante Che Guavera şarkısının nakaratını ezberledik. 
*Dans ettik. 
*Hımm, bir de ıstakoz yedik. 


Sonuç olarak döndüğümden beri yanımda sigara içenin üstüne saldırıyorum. Alkol lafını duymak istemiyorum. ''Bana puro getirdin mi?'' diyenlerin de üstüne atlıyorum. 
Küba tıbbının çok ileri düzeyde olduğu ile ilgili de ciddi kuşkularım var. Üzgünüm öyle! Bu konuyu bir ara uzun uzun anlatırım; lakin Che Guevera hâlâ lise yıllarımın aşkı. Söylemeden geçemeyeceğim. 

Peki Küba'dan döndüm de ne oldu?
Fena hasta oldum. Boğazımdaki kocaman şişlik, başımdaki ağrı, vücudumdan fışkıran ateş bende bunalım falan bırakmadı. ''Her şeyin başı sağlık Özlem!'' dedim kendi kendime. Hızla iyileşmek istememin sebeplerinden biri de sürpriz hediyemdi elbette. Üç günlük bir Paris seyahati. Bol bol yemek yedim, hafta sonlarını evde dinlenerek geçirdim, portakal suyu içtim. İyileşmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Ucunda kısa da olsa bir Paris seyahati vardı. An itibariyle kelimelerimi sonunda içimden çıkaran duygu da sanırım Paris seyahatimdi. Şehir serindi ama bıraktığım gibi keyifliydi. Bir şeylerin değişmeden kalabileceğine olan inancım yine tazelendi. Paris hakkında yazacak daha neyim var bilmiyorum ama her oturduğumda bir şeyler buluyorum. 

...ve nihayet evimdeyim. Dışarıda hafiften yağmur çiseliyor bu akşam. Hemen sağ köşemde de demli bir bardak çayım. Hayatın içine adım atmışım gibi nerdeyse. Bu cuma Yazıevi'nin kapısından da içeri girdim mi hayat benim için yine filizlenmeye başlamış demektir.


Alberto Manguel, Okuma Günlüğü ve Paris Yolculuğu

$
0
0
Paris'e giderken yanıma aldığım, Alberto Manguel'in Okuma Günlüğü isimli kitabı sehpanın üstünde duruyor. Yazar bilmem kaçıncı yaş gününde eskiden okuduğu ve hayatında yer eden on iki kitabı tekrar okuyup, notlar almaya karar veriyor. Şöyle düşünüyor: Her ay bir kitap okusam ve okuduklarım hakkında notlar alsam, bu arada gittiğim yerleri ve yaşadıklarımı da yazılarıma eklersem bir sene içinde, ortalama bir kitap kalınlığında bir şeyler toparlamış olurum.


Öyle de oluyor. İlk önce oturup on iki ay boyunca okuyacağı on iki kitabı belirliyor. Sonra da dediğini yapıyor. Yazarın yazdıklarını okumaya başlamadan önce beni başka bir şey etkiliyor. Aldığı kararı uygulamak için senenin ya da haftanın ilk gününü ya da kafasında belirlediği özel bir günü beklemiyor. Fikrin içine yerleşmesiyle, kendisini etkileyen kitapları seçmesi senenin ortasında bir zamana denk düşüyor. Yeni başlangıçlar ya da alınan kararların uygulanmaya konması için özel bir zamana ihtiyaç yok sahiden de. Bir şeyi arzu etmek ve peşinden gitmek gerekiyor. Böyle kararlar alınca sanki hayat da kapılarını açıyor.
Alberto Manguel'in anlattıkları sadece okuduğu kitapların içindekiler ya da kitapların ona hissettirdikleri ile ilgili değil. Okumalarının arasında yaşanan bir hayat var.  Hepimize bahşedilen o güzel hayat! Yaşam, biz kitap okurken ilerliyor çünkü.

Benim Alberto Manguel'i keşfetmem bile bir hikâye aslında. Can dostumla kitapçı rafları arasında gezinirken, en alt kattaki raftan uzanıp bu kitabı veriyor bana. O güne kadar yazarın ne adını ne de sanını duymuşluğum var. ''Hiç tanımıyorum,'' diyorum. ''Ben de birkaç kitabı var,'' diyor. Kitapçıdaki tek Manguel kitabını alarak çıkıyorum dükkandan. Hiç ummazken Manguel hayatıma giriyor. Birbirimizden ne beklediğimizi bilmediğim bir anda. Belki bir rastlantının sonucu kitabı almamdan, belki o an itibariyle aldığım son kitap olmasından belki de evden çıkacağım son anda masada gözüme ilişen kitap olmasından dolayı Paris'e giderken Alberto Manguel'de benimle birlikte geliyor. Kitap, kendi serüvenini kendisi yaratıyor. Geriye bakıp düşündüğünde hemen hemen tüm yolculuklarımda yanıma aldığım kitapları anımsadığımı fark ediyorum. Sırtımda taşıdığım ağırlıkları hiçbir zaman yük olmuyor bana. Tam tersine yanımdaki kitapları nerelerde açıp okuduğumu bile hatırlıyorum. Sanki yaşadığım anın içine yapışmışlar ya da benim yaşadığım o güzel anlar bu kitaplarla var olmuş gibi. 

Kitap okumanın, kitap seçmenin, kitap almanın bir ritüeli var. Belki biz farkında değiliz, ama öyle!
Manguel'in Okuma Günlüğü de bir hafta boyunca kaldığımız Paris'in tek tepesindeki o günleri anımsatıyor bana. Metrodan inip de kalabalığın içinde kaldığımız o ilk anı, tırmandığımız keskin yokuşu, akşam ışığı altında belli belirsiz fısıltılar çıkaran Montmartre'a uzanan merdivenleri, uzaktan bana selam çakan Chevalier de la Garre'ı, bir akşam vaktini noktalamak için içemediğim o buruk şarabı. Sadece yaptıklarımız değil yapamadıklarımız da izler bırakıyor yaşamımızda. Olurlarla olmazlarla hep baş başa gidiyor. Güzel anıları iyi insanlar oluşturuyor.

Tıpkı Manguel gibi benim de okuduklarımın ben de bıraktığı izler var. Aynı yazarlarla, aynı hikâyelerle sarmalanmamış olsak da yazmaya, okumaya aşık herkesin buluştukları ortak bir yer var. Manguel'le hiç hesapta yokken tanıştım. İkimizin de hem kitapları, hem de onların varlığıyla gezdiğimiz yerleri sevdiğini anladım. O farkında olmasa bile onun kelimeleri yanı başımda dururken birlikte Paris'te gezdik. Şehrin tüm kitapçılarını gezdirdim ona. Lüksemburg Bahçeleri'nin tam karşısındaki en sevdiğim kafede oturduk. Önümüzden nice insan geldi geçti. 

Onun kelimelerinden etkilenip birkaç cümle yazdım defterime. 
Hiç şüphe etmeden söyleyebilirim ki onunla tanıştığıma çok memnun oldum.

Nerede kalmıştık?

$
0
0
Hııım, nerede kalmıştık?

Bugün iş yerinde birkaç dakikalık bir boşluğum oldu. Bu cümlemden kimsenin deliler gibi çalıştığımı düşünmesini istemem; ama gelenler-gidenler, arkadaşların sorduğu sorular, arada sırada çalan telefonlar, dertler derken insan kendine ayıracak vakti pek bulamıyor. Farkında olmadan bloga girdim. Hemen hemen her boşlukta bloga girip kimler ne yazmış diye bir bakınıyorum. Birilerinin hâlâ yazıyor olması hem mutlu ediyor beni, hem de kendimden utanmama sebep oluyor. Bu sefer utanmaya fırsat bulamadan izlediğim blogları düzenlememi sağlayan o kalem resminin üstüne bastım. Vallahi kontrolüm dışında oldu bu. Sonra adını hatırlamakta güçlük çektiğim ama belli ki bir zamanlar keyifle izlediğim blogların hepsine teker teker tıkladım. En son yazdıkları yazı bir seneden eski bir tarihe denk gelenleri sildim.  Birkaç tanesiyle öyle gönül bağı kurmuşum ki silmeye kıyamadım ve son yazılarına elbet görürler umuduyla yorum bıraktım. Sonra birileri de beni böyle siler diye bir korkuya kapıldım. (Şu an bloga bir yazı yazışımın altında yatan sebep bu durumdan kaynaklanıyor olabilir.) 

İşten eve, evden işe, oğlanın derslerinden spor etkinliklerine, alışverişe, Kuzey'den gelen bir telefonla unutulan pek önemli bir nesneyi bırakmak üzere okula giderken hayatım da elden gidiyor. Yakınma değil bu yukarıda saydıklarım. Her birimizin hayatı buna benzer bir döngüde akıp gidiyor. İstanbul'da yaşamayanların tek şansı trafikte kaybetmedikleri zaman olabilir. Onlar da İstanbul'daki sanatsal etkinliklerden yararlanamıyorlar diyeceğim de herkes gülmekten katılır diye diyemiyorum. :)

Grey's Anatomy izleyerek geçen bir dönem

Yahu ben yakınmak için başlamadım bu yazıya. İşin güzel yanı ne yazarsam yazayım rahatlıyor olmam. Peki madem iç dökmeye başladım başka ne var benim cephemde?
Açık söylemem gerekirse 2016 yılındaki Özlem'den hiç memnun kalmadım. (2016'dan da memnun kalmadım) Şöyle rahatlamak için evi köşe bucak temizleyesim var. Gel gör ki domestik işlerin hiçbirinden haz etmem. Kitap okuma açısından nasıl kısır bir yıl yaşadım inanamazsınız. Ben bile inanamıyorum. Temmuz'a kadar durum pek fena değildi aslında ama ne yazık ki Temmuz ortasından sonra hayatla bağlarımı fazlaca zayıflattım. Grey's Anatomy dizisinin 12 sezonunu da bitirdiğimi söylersem durumumun vahameti iyice ortaya çıkar gibi geliyor. 

Karl Ove Knausgaard ve Kavgam


Karl Ove Knausgaard'ın tüm dünyanın pek beğendiği kitabını alıp okudum. Bana çok iyi geldi. Uzun uzun anlattığı çocukluğu, piskopat babasının yazarın hayatını mahvedişi ve bunları tüm açıklığı ile anlatması ruhumu hafifletti. Kol kırılıp, yen içinde kalmasın her zaman. Sanırım adalet duyguma iyi gelecek bir şeylere ihtiyacım vardı. İnsanın sırf kendisine kötülük yapan babası diye susması gerekmiyor bence. Uzun uzadıya anlatılan olayların ayrıntılarında boğuldum ve bu durumdan acayip keyif aldım. Bunca ayrıntıyı insan beyninin neresinde saklar bilmek isterdim. Böyle hatırlayan bir insanın yazar olmaktan başka çaresi yoktur sanırım. Bir de kuzey ülkelerinde geçen hikâyeler var tabii. Beni büyülüyorlar. Dağların arasında uzanan patika yollar, sayfaların arasından çıkıp gelen soğuk rüzgârlar, yürürken ayağınızın altında ezilen karın çıkardığı ses... Okurken serinledim. Serinin ikinci kitabını da hemen alacağım. Benim gibi kırık ruh hikâyelerini dinlemek isteyenler için harika bir kitap.

R.J Palacio ve büyüleyici kitabı Mucize


Sonra size bahsetmeden geçemeyeceğim bir kitap daha var: Wonder. 
Türkçeye Mucize diye çevrildi bu kitap. Elime aldıktan sonra bir türlü bırakamadım. Kısacık bir zaman aralığında kitabı bitirdim. Çocuğu olan herkese şiddetle okumasını tavsiye ederim. Çocuğu olmayanlar da okusun elbet :) Çocuğu olanlar çocuklarına okutsun, hatta okullarda ders kitabı olarak okutulsun bu kitap mümkünse. O kadar diyorum. Daha da başka bir şey demiyorum. 
Haaa, bir de bu kitap sanırım tüm yaralarımı sardı. 

Bir de bloga yazamadığım seyahatler konusu var. Yazayım, anılar silikleşmeden bir yere not düşeyim diyorum. Yazamıyorum. Zamanı verimli kullanmıyorum herhalde diyeceğim ama kendime de haksızlık etmek istemiyorum. Kendimi ağır ağır eleştireceğim, yerden yere vuracağım yaşı geçtim artık. Sadece zaman yetmiyor işte. Kuzey hep kendim için yapmayı planladıklarımın önüne geçiyor ama kıyamıyorum. Öyle güzel kokuyor ki yanıma yaklaşınca uzaklaştırmak istemiyorum. 

Ben de birilerinin kuzucuğuyum tabii. Anneme bu akşam telefonda, ''Ben çok büyüdüm, farkında mısın?'' dedim. Daha çooook uzun, sağlıklı günlerin olsun yavrum!'' diye uzun uzun dua etti bana. 

Diyeceğim o ki 2016 bitiyor ve benim daha yapacak çok işim var.

Neden bir kitaplığım var?

$
0
0
Kitaplarım, defterlerim bir de cd'lerim kıymetli benim için.

Alışveriş dendi mi de aklıma bunlar geliyor zaten. Gittiğim yerlerde de nereleri gezip, tozuyorsun derseniz kitapçılar derim. Kendimi en rahat hissettiğim, varlığımın huzura erdiği yerler buraları. Kitap kokusu yabancılık duygusunu alıp götürüyor. İnsanı güvende hissettiren nadide yerler. 

O yüzden seyahat ritüellerimin başını kitapçı ziyaretleri alıyor. Ufak tefek de olsa birkaç kitapçıya giriyor, kendime minik bir şey alıp çıkıyorum dışarı. Kimi zaman bir defter, kimi zaman bir silgi, kimi zaman da bir kartpostal. 
Paris, Londra ve New York kitapçılar açısından nefis şehirler. 


New York, uzaktaki aşk!


    New York'taki Barnes and Noble Kitapçı zincirleri yazın yaptığımız seyahatin en keyifli duraklarından olmuştu mesela. Her yorulduğumda yakınlardaki bir Barnes and Noble'a gidip kendime bir kahve almıştım. Selçuk bile New York'un sistemine uyum sağlamış, kahve içmeye başlamıştı. Kahvenin yanındaki en güzel şeyse elbette Cheesecake Factory'nin nefis cheese cakeleriydi. Yiğidi öldürsek de hakkını vermek şart. Sanırım Amerika'da yaşayıp da kilo almamak imkansız olur. 
Brooklyn'deki Barnes and Noble'da kahvemi yudumlarken şöyle düşünmüştüm: Paul Auster'da sık sık buraya uğruyor olmalı. Elbette şans yüzüme gülmemişti. Yine de bir cheese cake yemiştim.
Şehrin etrafına yayılmış büyüklü küçüklü bir dolu kitapçıyı ayrı bir postta yazmak istiyorum aslında. New  York'un ilk on kitapçı listesini kendim için yaptım. Fotoğrafları da bir yerlerde duruyor. Niyet etmek başarmanın yarısı mıdır bilmiyorum ama şimdilik bu yazıyı bir gün yazacağımla ilgili iyimser bir düşünceye sahibim. 

Ah Londra!

     Londra da kitapçılar konusunda insanı çok ama çok mutlu eden şehirlerden biri. Bu kadar yağmur yağan bir şehirde sıcak bir kitapçıya ihtiyaç duyulur gibi geliyor. Bu büyük şehirlerdeki devasa kitapçıları gezince sadece şu tuhaf his oluşuyor içimde: Çevrilmeyi bekleyen bunca kitap var mı sahiden? (Evet biliyorum. Çok Türk yazar okumuyorum ve sebebini de bilmiyorum.) Londra'nın bir köşesinde elime bir adres alarak gittiğim ''Stanfords'' isimli bir gezi kitapçısı var misal. Şimdi burada size ne anlatsam eksik kalır. Benim kitapçıyı keşfettiğim yazı ''Üç Kuruşluk Dünya" blogundan. Londra'da geçen bu yürüyüş yazısını sahibinin dilinden okumanız şart. O yüzden burada vereceğim adrese bir uğrayın lütfen. Hepimiz oturduğumuz yerden böyle keyifli bir seyahati hak ediyoruz çünkü. Ne zaman aklıma tek başına bir yolculuk özlemi düşse ben bu yazının güvenli kollarında buluyorum kendimi.

Paris, elbette evim!

     Öyle hissediyorum, öyle diyorum. 
     Her köşe başında beni bekleyen öyle çok kitapçı var ki. Elbette bir kitap almak için girdiğim tüm kitapçılar İngilizce kitap satan yerler. Fransa benim için ne kadar yakın bir ülkeyse, Fransızca da o denli uzak. Yine de her sokağın bir ucunda bir kitapçı yok mu iyi hissettiriyor insana kendini. Her birine girip çıkıyorum. Bir defter ya da bir kalem alıyorum. İlla kitap almam şart değil ya. 
Shakespeare and Co.'ya gidiyorum en çok. Buranın turist kalabalıkları tarafından zapt edildiğini biliyorum ama sanki her gittiğimde en az bir kez uğramasam, buraya gelmemi sağlayan bir büyüyü bozacakmışım gibi geliyor. Şimdilerde açılan kafesinde elbet bir çay içiyorum. Hayalcilere kucak açan minik bir yer burası. Limonlu tartlarını ve geçenlerde içmeye yeltendiğim tuhaf fasulye çorbalarını hiç beğenmesem de nefis bir yulaflı kek satıyorlar. Kahvenin de çayın da yanına çok yakışıyor. Bir de kitapçının tam karşısında size gülümseyen koca Notre Dame Katedrali var. Gel de Victor Hugo'yu hatırlama şimdi. :)

Benim kitapçılarım, benim kafelerim saymakla bitmez. 

Tüm bu sebeplerden evimde de bir kitaplığım var. Sağdan soldan topladığım kitaplar onlara her baktığımda geldikleri yerleri hatırlatıyorlar bana. Aralarına sıkıştırdığım mektuplar, müze giriş kartları hiç beklemediğim zamanlarda karşıma çıkıyor. Kimisinin arasına kalın mı kalın bir peçete sıkıştırdığıma ben bile inanamıyorum bazen. En çok kitap kenarlarına yazdığım notlarımı seviyorum. El yazımın unuttuğum hislerimi hatırlatması yaşadığımı hissettiriyor bana. Geçmişteki beni de sevdiğimi anımsıyorum.
 "Ah!" diyorum bazen. "Geçmişte de böyle hissetmişim ben."
Ya da değişen düşüncelerim karşısında şaşırıyorum. 
"Sahiden böyle düşünmüş olamazsın, değil mi Özlem?"

Kitaplarımı, cd'lerimi birilerine vermekten hoşlanmıyorum. Çok sevdiğim kitapları onlarca kez alıyorum sevdiğim insanlara hediye etmek için. Ama kendime verdiğim hediyeleri geri almıyorum kendimden. 
Bir de benim okuduğum kitaplara Kuzey'in dokunacağı ihtimali var. Çok sıcak tutuyor bu düşünce beni. Tıpkı ayağa konulan bir sıcak su torbası gibi.


Barselona'da öyle yersen İstanbul'da kara kara düşünürsün!

$
0
0
Bazen yazmak için nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çoğu zaman bir yerden başlayıp birkaç paragraf sonra yazdığım ilk paragrafı siliyorum. O zaman yazdıklarım bir şeye benziyor. Yine aynı ruh hali içindeyim işte. Pazar gecesi Barselona'dan döndüm. Kızlarla uzun bir hafta sonu oldu. Yedik, içtik, dolaştık, birbirimize takıldık. Hepimiz ayrı tellerden çalıyor ama işin keyfini çıkarıyoruz.
Tatilin en güzel kısmı havanın güzel olmasıydı. Gitmeden önce yağmur yağacak gibi görünüyordu. Azıcık bozulmadım desem yalan olur. Neyse ki hayal kırıklığına uğramadım. Çoğu zaman dışarılarda oturup çayımızı, kahvemizi içtik. Tapaslarımızın yanına da elbette bira söyledik. Sarımsağa doydum desem yeridir. Bu sarımsağın kıymetini bir ben anlamıyorum sanırım. Azı tamam da çoğu vücudun her bir köşesine yerleşiyor arkadaş.

İnsanlar hayatlarında hiçbir sıkıntı yokmuşçasına rahattı. Her kafede oturan, içkisini yudumlayan, kahkahasını patlayan keyifli insanlar vardı. Kimsenin kimseyle kavga etmeye de gönlü yoktu. Hani birine çarpsan, senden önce o özür diliyordu. Öyle güzeldi yani Avrupa yine. Sanki Heybeli'ye bir tatlı huzur almaya giden biz değilmişiz de onlarmış gibiydi. 
Bize de bir rahatlama geldi elbette. İlk gün mutluluktan ne yapacağımızı şaşırdık. Pegasus'un her zamanki gibi bir saatlik gecikmeyle kalkmasına bile sinir olmadık. Geç olsun da güç olmasın duygusu hakimdi kanaatimce. Uçak ne de olsa, insan şartları fazla zorlamak istemiyor. 

Sonraki günlerde üstümüze azıcık, "Ay evdekiler de ne yapıyordur acaba?", "Oğlum da beni özlemiştir şimdi!"şeklinde duygular geldi. Ruhumuzda var elbet. Ben mesela kendimi evin merkezi sanıyorum. Sanki ben olmasam her şey birbirine karışırmış, bunlar açlıktan ölürlermiş, banyo yapmayı falan unuturlarmış gibi. Hepsi benim hüsnü kuruntum tabii. Ben yokken de gayet başarılı yönetmişler her şeyi. Atlamışlar arabaya doğru babaanne evine. Amcayı da almışlar yanlarına. Babaanne tüm hafta sonu boyunca bunlara patates kızartmış, kuzine sobada kestane pişirmiş. Yetmemiş karşı komşuya maç izlemeye gitmişler. Melek Abla da açmış patatesli böreği yanına da koymuş ayranı. Kuzey, "Hayatımda yediğim en güzel börekti." diyor. 
"Hadi leennn ordan" diyeceğim de biliyorum o böreğin tadını diyemiyorum. 
"Vallahi anne çok eğlendik ama seni de özledim." dedi. Ben de konuyu kapattım. 

Biz de çok eğlendik Barselona'da. 
Gaudi'nin Casa Batllo'suna yine gittim. Uzun uzun gezindim. Evin ruhunu yine içime çektim. Öyle güzel bir ev ki insan bir köşeye sinmek ve orada bir müddet kalmak istiyor. 



Şöyle yazmışım ig'de:

      "Barselona'da beni en çok etkileyen yer Casa Batllo. Başka bir şey var ruhunda. İlmek ilmek örülmüş, uzun uzun düşünülmüş, gecelerce rüyaya yatılmış olmalı. Denizin bilinen bilinmeyen tüm varlıkları Gaudi'ye bir şeyler fısıldamışlar; tavanda deniz olmuşlar, pencere pervazlarında dalga, merdivenlerde küçük çakıl taşları... Sonra ışık konmuş hepsinin üstüne. Gökyüzünden yayılan güneş çarşaf gibi dolanmış Gaudi'nin elinin dokunduğu her yere. Barselona bir şehir elbet ama sanırım tek bir adama ait. 😊 "



Her gittiğimde bir kere Casa Batllo'ya gitmek kaderimde yazılıymış gibi hissettim. Her seferinde kapısından içeri girmek için bir vesile çıkıyor karşıma. Oradan sonra bir de Park Güell'e gittik. Biletleri önceden almakta fayda var çünkü bileti aldığınızda hep ileride bir saate randevu veriyorlar. Biz de parkın halka açık yerinde gezindik. Gaudi'nin pembe boyalı evine baktık. Ağaçların arasında dolandık. Çok sevdiğim Bar El Velodromo'ya gidip enfes bir yemek yedik. Daha önce de yazmıştım burayı. Hâlâ aynı iddiamı sürdürüyorum: Burası Barselona'daki en yerel ve en güzel yer. Masaya koydukları her şey de çok lezzetli. Daha önce yazdığım methiyeyi okumak isteyenler buraya buyursunlar.

Bar El Velodromo
Bir gece de sanırım ilk gecemizdi çok önerilen bir tapas bara gittik: Ciudad Condal.

--> Elbette nefisti. Deniz mahsülleri sever biriyseniz Barselona'da mutlu olmamak mümkün değil. Resmen parmaklarımı yalayarak yemeğimi bitirdim. Yemeğin sonunda karnım yok ama gözüm hâlâ açtı.
--> Ciudad Condal
Şöyle diyebilir bu fotoğrafları görenler: "Barselona sadece yemekten ibaret bir şehir mi?'' 
Değil elbet ama yemek şehrin bütününde büyük bir yer tutuyor. İspanyollar yemeyi seviyor ve bunun da hakkını veriyorlar. Akşam yemeklerini geç yediklerini hepiniz duymuşsunuzdur. Biz Katalanlarla aynı saatte yiyemedik yemeğimizi. Yemeğimi mideye indirmek için gecenin dokuzunu ya da onunu beklemem ne yazık ki mümkün değil. Akşam yemeği saatlerimizin biraz erken olması da iyi oldu aslında. Kalabalıkların olmadığı, milletin kapı önlerinde uzun sıralar oluşturmadığı bir saatte restoranların hepsinden mutlu mesut ayrılmış olduk. 

Paella yemeden dönme!

Bir de paella restoranı vardı. Paella yemeden dönmemiz düşünülemezdi. Bunun için şehrin tarihi eski restoranlarından birini tercih ettik: 7 Portes. Kapıdan girince önce güleryüzlü, yaşlı bir garson karşıladı bizi. Restoranın duvarlarında daha önce restoranda yemek yemiş ünlülerin adlarının yazılı olduğu minik plaketler vardı. Yüksek tavandan sarkan kocaman turuncu avizeler, mekanı olduğundan da geniş gösteren aynalar...


Hepimiz deniz mahsullü paella söyledik. Yemeğimiz geldiğinde kurt gibi acıkmıştık. Faturamız geldiğinde üstünde şöyle yazıyordu: Pele'de daha önce sizinle aynı masada yemeğini yedi. 

7 Portes restoranda yediğimiz paella: Ederi 25 Euro civarı :)
Muhtemelen hesabın içinde bunun da parası vardı. Barselona'da yediğimiz yemekler içinde en kabarık hesabı bu masada ödedik. Değer miydi? Evet. Paella çok güzeldi. Yediklerimiz içtiklerimiz bizim oldu. Bunu vücudumdan hissediyorum zaten. Burada gördüklerimi anlatmak gerekiyordu ama olmadı. 

Bir mevsimden bir mevsime, bir şehirden bir şehire...

$
0
0
Yazı başka heyecanlarla karşılıyorum. Elbette bahar habercisi oluyor birkaç aya gelecek olan yazın. Ağaçların dalları, manolyanın üstü çiçekle dolan kolları gibi ben de kollarımı açarak karşılıyorum yazı. Güneş içimi ısıtıyor, yazın gidilecek yerlerin heyecanı basıyor benliğimi. Havalar iyice güzelleşse de bahçede etsek kahvaltımızı diye geçiriyorum içimden. Yazı biraz da ben taşıyorum bizim evin içine. Ben baharlıysam herkes baharlı... Ben karlı, dumanlıysam evin içi sisli, dalgalı...
Sonbahar gelsin de bal kabaklı latte içelim diyorum. O Amerikan markası kahvecinin sonbaharı bardakların üstüne taşımasını seviyorum. Havada uçuşan yapraklar; kimi kuru, kimi sarı. Kuzey, "Halloween geliyor, bal kabağı alalım da oyalım" diyor. Selçuk, "O bal kabaklarından bir kabak tatlısı yapsan da yesek!"
Ben ağaçlar yapraklarını döktü iyiden iyiye, kış geliyor diyorum. Herkes hep bir ağızdan gelmesin diyor.  Zamanı eskitirken sarı-kızıl yaprakları bir kenara bırakıp yeni yıl ruhuna bürünüyorum. Emektar plastik çam ağacını çıkarıp üstünü süslemenin vakti gelmiş gibi. Hayatı güzelleştirmeye çalışıyoruz dört koldan. Her birimiz, aynı düşünceyle...


Yeni yıl yaklaşıyor ya sanki yeni yılda daha iyi şeyler yaşayacakmışız gibi telaşa kapılıyorum. Telaş benim göbek adım. Yazarken bile telaşa kapılırım ben. Sanki anlatacaklarım ben anlatamadan elimden kaçıp gidecekmiş gibi heyecanlanır, kafamda dolaşan cümlelerimi bir ucundan yakalamaya çalışırım. Şimdi de toparlanmak için tek zaman yeni yıl zamanıymış gibi etrafa, düşüncelerime çeki düzen vermek için uğraşıyorum.

Öncelikle söz verdim kendime. Küba notlarını oturup yazacağım. En azından defterime aldığım notları anlaşılır bir hale sokacağım ki yazmaya kalktığım zaman işin altından kalkabileyim. New York seyahatinde çok keyif aldığım yerlere gitmiştim. Aklımdaki düşünceler de Temmuz ayının bunalımına kurban gitti. Bugün ansızın o tatilden ne çok keyif aldığımı anımsadım. Trump'a rağmen sık sık aklıma New York'ta yaşadığım özgürlük duygusu geliyor. Sex and The City'den hatırlayacağınız sokağa merdivenle açılan evlerin alt katlarına konuşlanmış kurabiye satan dükkanlar, ellerinde kahveleriyle sokaklarda yürüyen insanlar, onlarca köpeği Central Park'a götürmeye çalışan görevliler, yaratıcı yazılarla para toplamaya çalışan evsizler... Bi' güzeldi New York yaa! Hâlâ aklımı kurcaladığına göre New York kalbimde güzel bir yer edinmiş.

Akşamları eve bir dolu yapılacaklar düşüncesi ile geliyorum. Bloga yazı yazacağım diyorum ya da defterime. Olmadı kitap okurum diye geçiriyorum aklımdan. Akşam yemeğimizi yedikten sonra çayımı alıp başka bir köşeye çekilmek istiyorum. Bizimkilerin yüzü düşüyor. Survivor izlerken beni yanlarında istiyorlar. O gürültünün içinde kafamdakiler bir türlü yazıya dökülemiyor. Ben de çareyi kulaklıklarımı kapıp ruhsal olarak oradan ayrılmakta buluyorum. Genellikle caz dinliyorum. Her zaman, en sevdiğim. Biri var ki sizinle paylaşmadan edemeyeceğim. Inger Marie Gundersen. Lütfen dinleyin. Sesi kulaklıktan yayılmaya başladığı an içimdeki tüm düğümler çözülüyor. Nereye vardığını bilmediğim ağaçlı bir yoldan yürüyormuşum gibi hissediyorum. Bu aralar bana yoldaşlık ediyor. Size de eder belki, kim bilir?

Fidel Castro ölmeden Küba'ya gitmek

$
0
0
Küba'da fırtına mevsimi...
Gitmeden önce biraz söyleniyorum. Muhtemelen Kübaömrümde bir kez ayak basacağım bir ülke ve olası bir fırtınanın beni bir ofisin lobisine tıktığını düşünmek bile istemiyorum. "Yine aynı şeyi yaptık," diye söyleniyorum Selçuk'a. İnsan gideceği yerde hava nasıldır, gitmek için uygun zaman mıdır diye balıklama dalar mı gezi fikrine. Dalıyoruz işte.


Fidel Castro ölmeden Küba'yı görmekten ziyade Hemingway'in ömrünün hem en güzel günlerini hem de son demlerini yaşadığı bir ülkeyi görmek istiyorum. Aklımdaki yegane düşünce bu. Paris'te Hemingway'in yaşadığı evleri, kitaplarını yazmak için kiraladığı minik daireleri, gittiği kafeleri gezmişim. Bizimkileri de peşimden sürüklemişim. Yetmemiş Miami-Orlando seyahatini Key West'e gitme şartıyla kabul etmişim. Şimdi Havana'da Hemingway'in yediği, içtiği, yaşadığı yerlerde olmak istemez miyim?
İstiyorum elbette! Hem de öyle çok istiyorum ki seyahatin tüm yönünü de bu uğurda değiştiriyorum. (Seyahat arkadaşlarım sağ olsunlar. Hiç sorgulamadan ne değişiklik yaparsam yapayım seslerini çıkarmadılar.)

Air France'la yolculuk

Turumuz minik aksaklıklarla başlıyor. 15 kişilik grubumuzu aynı soyadlarını hiç dikkate almadan hallaç pamuğu gibi dağıtmışlar maşallah. Bilet kontuarının önünde söylensek de bağırsak da pek başarı elde edemiyoruz. Uçak dolu ve yapacakları bir şey yok. Kendi adıma ben Thy'den alışık olduğum konforu bulamıyorum. Uçağın içi buz gibi. Çantamdaki hırkamı giyip, uçakta dağıtılan  battaniyeleri de üstüme sarıyorum. Yine de yetmiyor. Havana'ya geldiğimde boğazımda bir yanma var ve kendimi pek iyi hissetmiyorum. 



Tatile gelmişiz, kim takar hastalığı?

Gecenin bir yarısı havaalanından çıkıyoruz. Havaalanlarına dikkat etmek gibi bir huyum var. Özellikle az gideceğimi ya da bir kez gideceğimi düşündüğüm bir yerse unutmamak adına biraz daha dikkat ediyorum buralara. Havaalanının bir insanın ömründe pek de kıymetli bir yeri yok biliyorum.😃  Yıllar önce gittiğim Bulgaristan'da yaşadığım o hissiyat geliyor içime. yapıldığı yılın güzelliğini taşıyan binalar sanki o senenin içinde asılı kalmışlar gibi garip bir his. Havana Havaalanı'nda uzunca bir müddet bavullarımızı bekliyoruz. Bize yardım edecek bir görevli yok etrafta. Bir saati geçkin bir beklemenin ardından nihayet valizlerimize kavuştuğumuzda derin bir nefes alıyorum. Kübaya hasarsız ulaştık. 


Gece de olmuş elbet. Havana'nın en güzel otellerinden birine gitmek için otobüsümüze doğru yürüyoruz. Şehir karanlıklar içinde. Kübayla tanışmak için  sabahı beklememiz gerekiyor. Hotel National'in geniş ve görkemli lobisine adım atıyoruz. 1920'lerde yaşıyor olsaydık burası olmak istediğim yer olurdu. Yüksek tavanlar, otelin hemen dışındaki Cabaret Parisien'in geçmişi anımsatan afişi, bir yandan bir yana uzanan ahşap bankosu ve ardındaki çalışanları ile bir film setindeyiz sanki. Lobinin ortasındaki kapı da otelin geniş bahçesine ve esintisiyle kendini belli eden okyanusa açılıyor. Otel, görkemli bir tepenin üstüne kurulmuş. Karşında göz alabildiğince okyanus.

Yemek yememiz gerekiyor tabii. Uzun bir yolculuktan geldik ve açlıktan ölüyoruz. Gecenin ilerleyen bir saatinde olduğumuz için üç seçenek koyuyorlar önümüze: Tavuk, makarna ya da peynirli sandviç. Grubumuz siparişlerini veriyor. Tavuk isteyenlerin bir kısmının siparişi mutfakta tavuk kalmadığı için iptal oluyor. Domates soslu makarna korkunç. 5 yıldızlı bir otelin mutfağı gece 11'de benim için sınıfta kalıyor. Ama ne gam! Ben Küba'yı sevmeye geldim. Ertesi gün daha güzel ve taze bir sabaha uyanacağımızı biliyorum. Yine de odaya girince şöyle düşünüyorum: Keşke 1920 yılından beri odayı biraz havalandırsalarmış. Ne güzel olurmuş.

Sabah kahvaltının ardından hemen yola düşüyoruz. Morro Kalesi'ni karşıdan gören bir tepenin üstünde otobüsümüzden iniyoruz. Tüm Havana karşımızda. Rehberimiz şehrin önemli binalarını, Fidel Castro'nun başkanlığının ilk dönemlerinde çalıştığı yeri, adı sonradan değiştirilen Hilton Oteli'ni gösteriyor bizlere. Bu tip bilgilerin çoğu dinledikten birkaç dakika sonra benim aklımdan uçuyor. Pek kıymet vermiyorum açıkçası. Bir şehrin yerlisi olmadıktan sonra birkaç günümü geçireceğim bir yerin binalarını ezberlemem çok da mühim değil. Amerika'da bir örneğinin bulunduğu Capitol Binası buradan da görülüyor.


Bir de berrak gökyüzünü siyaha boyayan bir duman var. Küba Hükümeti enerji ihtiyacını karşılamak için dizel üretiyormuş. Ne demekse!😀
Bildiğim tek şey gökyüzüne yükselen kara duman.


Hemen bulunduğumuz yerde hediyelik eşya satan minik tezgahlar var. Birkaç kolye beğeniyorum. Ahşaptan ya da tohumdan tesbih gibi kolyeleri seviyorum. Sanırım 5€ civarı bir para istiyorlar. Selçuk da pazarlık yapsana, hemen olur diyorsun diye uyarıyor beni. Kübalı kardeşlerimiz kazansın, 2€'nun hesabını mı yapayım şimdi diyorum. İki çeşit Küba para birimi var. Biri turistlerin kullandığı ve üstlerinde Küba'nın önemli yapılarının resimlerinin bulunduğu CUC, diğeri de Küba vatandaşlarının kullandığı ve üzerinde halk kahramanlarının resimlerinin olduğu CUP. Turistlerin kullandığı para halkın kullandığı paradan 25 kat daha pahalı. Ben 10 CUC'u uzatıyorum alışveriş yaptığım Kübalıya. Karşılığında bana 5 CUC vermesi gerekirken 5 CUP veriyor. Elbette Selçuk fark ediyor bu durumu. Bence sen hem pazarlık yap, hem de aldığın paraya dikkat et diyor. Tabii ki parayı değiştiriyorlar ama mesele benim için para meselesi değil. Daha ilk dakikadan kazıklanmaya çalışılmam beni üzüyor. Kübalı kardeşim yakaladığı ilk fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. 
Zor oyunu bozuyor tabii diyorum Selçuk'a. 


Küba'yı sevmeye geldim ben. Fidel Castro gönlümün sultanı değilse de Che'mi kimseye yedirmem. 

Fortaleza de San Carlos de la Cabana


Buradan 1982 yılında Unesco Dünya Mirası Listesi'ne girmiş kısaca La Cabana denilen kaleye gidiyoruz. Kalenin özelliği Amerika kıtasının en büyük kalesi olmasıymış. Bir savaş durumunda 6000 asker kalenin içinde barınabiliyormuş. Vakti zamanında Havana Limanı'nı koruyabilmek için bir sürü top yerleştirilmiş. 18yy'dan itibaren her sabah ve her akşam şehrin kapılarının açılışını ve kapanışını belli etmek için top atışı yapılıyormuş. Günümüzde de aynı seremoni her sabah ve her akşam devam ediyor. 


Benim ilgimi en çok Che'nin eşyalarının sergilendiği ve yaşamının anlatıldığı müze çekti. Buranın hemen dışındaki bir seyyar arabadan millet mojitolarını aldı ve içti. Ben hindistan cevizi suyu ile açılışı yaptım.




Başlangıç olarak Morro Kalesi'ni görüp, La Cabana Kalesi'ni gezdikten sonra yönümüzü Havana'nın şehir merkezine çevirdik. Şehrin merkezi insanın gözünü korkutacak kadar büyük değil. Lokal bir rehberle geziyor olmak bizim işimizi çok kolaylaştırdı ama sanki bana bu sokaklar rehbersiz de gezilebilirmiş gibi geliyor. Elinize bir rehber kitap alıp, yönünüzü belirledikten sonra korkulacak bir şey kalmıyor. Canınızın istediği yerde oturur, istediğiniz yerde mojitonuzu içer, sonra tekrar gezmeye devam edersiniz. Mojito, mojito diyip duruyorum biliyorum ama şehrin ruhu buradan besleniyor. Herkesin elinde bir kokteyl, özellikle de turistlerin. Hemingway'i tanımlayan birkaç şeyden biri de içki. Bu durumda Hemingway burada mojito içermiş, burada daiquiri içermiş derken şehri içe içe dolaştık. Pek tabii oturduğumuz yerlerde de içildi. Küba seyahati bol bol alkol tüketilen bir seyahat oldu. 
Alkol, müzik ve Havana'nın okyanus suyuyla eriyen binaları...
Elbette yaşamaya değer.

Fidel Castro ve Havana Sokakları

$
0
0
Küba'dan döndüğümden beri bir türlü Küba yazılarını yazmaya fırsat bulamamam ve onca talihsizlikten sonra yazımı yayımladıktan iki gün sonra Castro'nun artık aramızda olmayacağını gerçeğine uyanmak insana kendini tuhaf hissettiriyor. Ya bir önceki yazımın başlığına ne demeli? "Fidel Castro ölmeden Küba'ya gitmek" 
Havana sokakları ile ilk kes burada tanışıyoruz.
İtiraf ediyorum: Klişelerden nefret ediyorum. Sırf klişe diye bir sürü şeyi yapmamışlığım var. Aşağılanan turistik atraksiyonların hepsini aslında bana ait olmayan bir ülkede olmadığım ve neticede bir turist olduğum için yaparım ve bunu da sonuna kadar savunurum. 
"Ne Eyfel'in tepesine çıkmak mı? Son derece turistik bir şey bu!"
Tamam da arkadaşım, turistim ben zaten. Ömrümde bir kez geleceksem Eyfel'e de çıkarım, Champs-Elysees'de de kahve içerim. Kime ne? 


Amma ve lakin Fidel Castro ölmeden Küba'ya gitme cümlesinin altında beni fazlasıyla geren bir şey vardı. Dünya her gün durmadan değişiyor. Kendi küçük dünyamızda değişime böylesine açıkken dünyanın başka bir köşesinde yeniliklere kendini kapatmış bir ülkenin sokaklarında gezinmeyi ve Fidel'in Küba'sında gezinmeyi hayal ediyorduk. 

Kulenin üstündeki bronz heykelin bir hikayesi var. Uzun yıllar önce deniz aşırı bir yere giden biri varmış. Kadın öldüğü güne kadar kocasının gelmesini o kulede beklemiş.
Biraz bencilceydi sanki bu düşünce. İyi niyetle bir yerlerde yazılmış bir cümleydi. Birinin sanal aleme düşmüş bir hayaliydi belki de. Bilmiyorum. Ama her birimizin ağzına yapışmıştı sanki. Bilmeden tekrar eder, sever olmuştuk bu cümleyi. Ben sevemedim. Bir ülkeye gitmemin önceliğinin ''Castro bu dünyadan göçmeden olması'' ihtimalini de sevmedim.

Castro'yu sevdim mi?
Elbette sevdim. Fidel Castro'yu sevmemek, onurlu ve başı dik duruşunun önünde saygıyla eğilmemek mümkün değil. Tüm çocuklar aynı haklara sahip olsun istemişti, hepsinin ayağında birer ayakkabısı olsun, hepsinin karnı doysun. Ne güzel dileklerdi bunlar. Uğrunda ölünecek ideallerdi. Bunun için de müthiş bir savaş verdiğini hepimiz biliyoruz. Bunları burada anlatmak çok da gerekli gelmiyor bana şimdi. 


Ayaklarımın altında uzanan tahta zeminli sokağı görüyor musunuz? Vakti zamanında hükümetin ileri gelenlerinden birinin evi bu sokaktaymış. Eşi, dışarıdan geçenlerin sesinden çok rahatsız olurmuş. Bu yüzden daha az ses olsun diye eşi, sevgili karıcığı için bu sokağı tahtayla döşetmiş. Alın size Küba'yı sevmek için bir sebep, değil mi?



Benim gördüğüm Küba sokakları ve Küba halkı başka şeyler anlatıyordu bana. Havana'ya ilk görüşte vuruldum. Okyanusun karşısına koloniyel tarzda yapılmış görkemli binalar sıralanmıştı. Okyanus'un açıktan gelen kuvvetli dalgaları sahil şeridi üstündeki duvarla üzerinde patlıyor, sönüp gidiyordu. Denizin buharı, tuzu kalıyordu geriye. O da şehrin binalarının üstüne konuyor, kuvvetli yapılar azar azar ve sabırla yiyordu.



Şehrin genelindeki tüm yapıların ciddi bir bakımdan geçirilmesinin gerekliliğini dikkatsiz bakan gözler bile görebilirdi bence. Bazı binalarsa yıkılma tehlikesi içinde olduklarından ve tehlike arz ettiklerinden dolayı boşaltılmışlardı. Tüm bu aksaklıklara rağmen görkemliydi Havana. Hani bakanı bir daha dönüp baktıracak cinsten bir güzelliği vardı. Binaların içine girdiğinizde yaralı ama görkemli merdivenler çıkıyordu karşınıza. Duvarlarda Castro'nun ya da Che'nin resimleri. 


Birbirinin peşi sıra ortaya çıkan meydanlar da Havana'da başımı döndüren şeylerden biriydi. Birini geride bırakıp başka bir sokağın içine daldığınızda yeni bir meydana çıkıyordunuz. Bu meydanların bazısı geniş bir katedrale sırtını yaslamış oluyordu.


Bu katedralin olduğu meydanın bir köşesini Chopin'e vermişlerdi mesela. Gelen geçen selam veriyordu kederli besteciye. Birinde, en sevdiklerimden biriydi üstelik bu meydan, Kübalı kadınlar kulağınıza gelecekte sizi nelerin bekleyeceğini fısıldıyordu.


 Aynı meydanda hiç tanımadığım bir adamla tanıştım. İkimizde birbirimize isimlerimizi vermedik. 


Bir diğerinde nefis bir yemek yedim. Güzel şarkılar dinledim. Sanırım bu meydanda da oturduğum zaman hayatın aslında sadece güzel anlardan ibaret olduğunu düşündüm.

Müzik, alkol ve puro... Küba'nın değişmeyen üçlüsü...


Köşedeki arabadan hindistan cevizli dondurma aldı. Bayıldım. Tatilin son günü Havana'ya tekrar dönünce aynı meydana dönüp, aynı dondurmadan tekrar aldım.


Gece çöktüğünde şehir biraz daha güzelleşiyordu. Yaraları görünmez bir merhemle kaplanıyordu. Küba insanı sıcak... Fidel Castro'nun Kübasını görmek isteyen turistlere de çoktan alışmışlar elbette. Fotoğraflarını çekerseniz genellikle para istiyorlar. Halkın fakir olduğunu söylememe gerek var mı bilmiyorum. Bizimle tüm seyahat boyunca gezen lokal rehberimiz bizi çok güzel ağırladı. Çok iyi İngilizce konuşuyordu. İki yıldır bu işi yapıyormuş. Bu iş bana başka kapılar açıyor diye çok memnunum dedi. Küba'dan, Castro'yu tüm Küba halkının çok sevdiğinden, Che'nin halk kahramanları olduğundan bahsetti. Sağlık sisteminin ne kadar gelişmiş olduğunu anlata anlata bitiremedi. Kanser aşısının bulunup bulunmadığını sorduk elbette. "Daha değil ama çok yaklaştık."dedi. Ailesinden üç kişiyi kanser yüzünden kaybetmiş. Hastane diye bize gösterilen yerlerin çoğunun ciddi bakıma ihtiyacı var. Camları kırık, binaların sıvaları dökülüyor. Taksi niyetine korsan arabalar çalışıyor ve kısacık bir mesafe için 15 CUC istiyorlar, yani 15€. Ülkenin görünen yüzü komünizm diyebilir ama yolunu bulan için vahşi bir kapitalizm var. Turistler için fiyatlar Avrupa ayarında, hizmet ne yazık ki sınıfta kalıyor. Mutlu insanların ülkesi mi Küba? 
Bilemiyorum. 

Ülkeden gidenlerin birçoğu kaçak yollarla Amerika'ya giriyormuş. Genellikle de Meksika sınırından. Tehlikeli bir yolculuk ama birçok Kübalının yaşam hayali. Rehberimiz seyahatin sonunda bir gün buralardan gideceğini çünkü parasızlıktan ve bu hayatı yaşamaktan bıktığını söyledi. Trump'un seçilmiş olması belki bugünlerde hayalini yıkmış olabilir. 
Dünyanın her yerinde fakirler ve zenginler var. Sistemi lehine çevirenler ya da ellerinden bir şey gelmeyenler. Keşke dünya daha adil bir yer olsa. Keşke insanların hepsi aynı haklara sahip olabilse. 

Fidel Castro öldü bugün. Biz Fidel Castro ölmeden Küba'nın sokaklarında dolaştık.Şimdi bundan sonra olacakları Küba'ya giden birileri anlatacak elbet. 
Biz de dinleyeceğiz.

Aralık kapıyı araladı yine...

$
0
0
Üşenmesem oturup bu sene okuduğum kitapları sıralayacağım. Temmuz ayında kitap okuyamayınca sanki tüm seneyi kitap okumadan geçirmişim, 2016'yı okuma açısından kısır geçirmişim gibi hissediyorum. Oysa çalışma masasının üstü, salondaki başucu sehpam okunmuş, yerine kaldırılmayı bekleyen kitaplarla dolu. Yine de ortada beni rahatsız eden bir durum var.
Onlarca kez söylediğim gibi bu senenin hiçbir hali beni mutlu etmiyor. Ne ülkenin genel durumu ne de benim kişisel durumum. Aralık ayının sonunda yayınlanmak üzere Macera Kitabım'ın 2016 dökümünü, yine ayrı bir postta da 2016 yılında beni en çok mutlu eden on şeyi yazıyorum. Mutluluk, nihayetinde hepimizin oynayabileceği bir oyun, öyle değil mi? Oynayalım o zaman!


Ruhum nasıl dalgalanıp duruyor sevgili okuyucu bir bilsen. Sabah, öğle, akşam değişik ruh hallerine girip çıkıyorum. Bi' mutluyum, bi' her şeyden bıkkın, bi' hüzünlü, bi' karmaşık... İş hayatında bu seneye kadar bu kadar çok sıkıldığım bir dönem olduğunu hatırlamıyorum. İşimi seviyorum, yanlış anlaşılmasın. Nihayetinde bildiğim başka bir iş de yok. Ama şu insanlar yok mu? Bizler ne zaman bu kadar yalana, dolana sarılan, hayat standartlarımızı düşürmemek adına başkalarını dolandırmaya kalkışan insanlar olduk? Bilmiyorum ama ekonomik sıkıntıların yaşandığı bu dönemde insanların birbirinin gözünün içine bakarak iş çevirmeye çalışması benim insanlığa olan inancımı sarsıyor. Neticede insanı çalışmak değil de işteki sıkıntılar yoruyor. Bu dönemde geçer elbet diyerek 2017'nin iyi niyetine sığınıyorum. Umarım beni yanıltmaz. Neler yaşayacağımızı hep birlikte göreceğiz inşallah. 

Cuma günleri gittiğim Yazı Evi rutinimi devam ettiriyorum. İşimi bırakma hayalimin pek de düşündüğüm kadar kolay olmadığını kabul ettiğimden beri cuma sabahlarımı kendime ayırmaya karar verdim. Vicdanımla da oturup konuştum, işte olamadığım için beni gereksiz yere azap içinde bırakmayacak. Çünkü Yazı Evi'nde olup birkaç saatliğine yazının sağaltıcı gücüne sığındığım zamanlar bana çok iyi geliyor. Kendimi ait olduğum yerde, sevdiğim insanların yanında hissediyorum.

Gecen sene hemen hemen bu günlerde Yazı Evi'ne gitmiş ve ailecek kolaj çalışması yapmıştık. Bir de mektup yazmıştık kendimize bir sene sonra kendimizi nerede göreceğimizle ilgili. O mektubun detayları hâlâ aklımda. Birkaç gün sonra mektupların Kadıköy'den postaya verileceklerini ve yeni yıl öncesinde elimizde olacağını biliyorum. Bir sene önce kendime yazdığım mektubu heyecanla bekliyorum. 

Bu sabah çok sevdiğim bir arkadaşıma kahvaltıya gittim. Nefis bir sofraya oturduk. Kahvaltı sofraları en sevdiğim sofralar. Çayların biri gitti, biri geldi. Yine çok sevdiğim, oğlumun hayatında derin dokunuşları olan Neşe Öğretmenimiz de vardı bizimle aynı sofrada. Aslında onun İstanbul'da olması sebebiyle toplanmıştık. Neşe Hanım yine yapacağını yaptı, hepimize birer 2017 ajandası hediye etti. Her sayfasına güzel bir şeyler yazmak şartıyla. Sene içinde başımıza gelen kötü şeyleri değil de sadece iyi şeyleri yazacağız. Biraz yan çizer gibi oldum ama Neşe Hanım izin vermedi. İçtiğin çayı, keyifli bir sohbeti, okuduğun bir kitabın birkaç sayfasının sana ne kadar iyi geldiğini yazabilirsin dedi. Bizde de defterleri alıp evimize sırtımıza yüklenmiş güzel bir sorumlulukla geldik. Umarım altından kalkabiliriz. Hımm, bu arada bu görev hem Kuzey'e hem de bana verildi. Kuzey'in de yapması açısından benim bu işin takipçisi olmam gerekiyor. 

2017 başlamadan yeni başlangıçlar için heves etmeye başladık. Her sene aynı terane ama olsun. Sebebi ne olursa olsun içimin kıpırdanmasını seviyorum. 

Kim bilir belki yeni yıl gelmeden sene içinde okuduğum kitapları yerine yerleştirir, okumayı planladığım kitapların bir listesini çıkarır, yaparım deyip de yapamadıklarım içim hayıflanır, yaşım ilerledikçe kendime vermeyi kabul ettiğim affetme yönüm sebebiyle yapamadıklarım için kendimi suçlamaz ve yeni hedefler belirlerim. Hem belki böyle yapınca kendime sert davranarak elde edemediklerimi yumuşak başlılığım sayesinde kazanırım. Belki daha çok spor yapar, serin havalarda daha çok yürürüm. Belki spor yapayım diye değil de sırf kendimle kalayım diye çıktığım yürüyüşler her seferinde şifalandırır beni. 

Yapacaklarım, yapmak istediklerim, yapamadıklarım....

Bunları böyle yazdığımda bile mutlu oluyorum. Listelemek, kafamdaki bulutları dağıtıyor ve sakinleşmeme sebep oluyor. Sakinlik, telaşsızlık ve hayatın aktığı yöne kendini bırakmak yaşamı kolaylaştırıyor. Aslında yaşam, eninde sonunda seni istediği yere getiriyor. Belki de bir razı oluş artık kabul ettiğimizi ya da anladığımızı düşündüğümüz onca şey. Teslimiyet. 
Neyse ne değil mi sevgili arkadaşlar? 
Yeni yıl da eskisi gibi olacak besbelli. Aynı mevsimleri, bize ne getireceğini bildiğimiz ayları her geldiğinde kucaklayacağız. Her şeyi biz insanlar yapıyor olsak da yeni yılın biraz daha insaflı olmasını diliyorum tüm insanlık için. 2016 pek iyi bir sene olmadı. Pek de sevgiyle anmayacağım kendisini.

Unutmak İstemedikçe: Aklımla Dalga Geçme

$
0
0
Geçen cumartesi akşamı Fatih Portakal'ın Can Yayınları'ndan çıkan kitabı Aklımla Dalga Geçme'yi konuşmak için Tavsiye Evi'ne davetliydik. Aslında bu tip durumlarda biraz çekimser kalıyorum. İş hayatında onca insanla muhatap olmama rağmen, iş tanımadığım insanlarla aynı ortama girmeye gelince biraz tedirgin oluyorum.


Bir de şu var elbette: Ekrandan tanıdığım insanlarla gerçek hayatta karşılaşmak istemiyorum. Daha doğrusu korkuyorum. Televizyondan bize yansıyan birini sevmek kolay. Peki ya gözümüzde büyüttüğümüz ya da kıymet verdiğimiz kişi gerçek hayatta başka biri çıkarsa?
Mesela çok sevdiğim yazarlardan birini vakti zamanında sosyal mecralardan birinden takip ediyordum. Tam bir hayal kırıklığına uğramıştım. Gözümde büyüttüğüm, okurken kitaplarındaki nice cümlelerinin altını çizdiğim yazar kitaplarının dışında kurduğu her cümleyle yanıldığımı kanıtlıyor, güvenimi boşa çıkarıyordu. Onu koyduğum yerde, biz takipçilerinin ve okurlarının arasında değil de Kaf Dağı'nda yaşıyordu. 

İnanın, o dağ yaşamak için doğru bir yer değil. Ulaşanı az, insanı yok.

Sanırım o zamanlar ekrandan gördüğüm, sevdiğim, kendime yakın hissettiğim insanları yakinen tanımamaya karar vermiştim. Farkında olmadan elbette. Oysa kalbimi bu kadar karartmama da gerek yoktu çünkü beni yanıltan, kalp sıcaklığını bir el sıkışıyla geçiren de çok insan oldu hayatımda.

Fatih Portakal'la sohbetimizin üstünden koca bir hafta geçti. Düşüncelerim demlendi yine, koyulaştı, lezzeti de arttı elbette. Fatih Bey çoktan bugünü de bir yerlere not almıştır; yine ülke için karanlık bir günde yazıyorum o geceye ait notlarımı. Ülkemizin üstünde dolaşan gri bulutlar gitmiyor bir türlü. Böyle yaşamaya alışmaktan korkuyorum çoğu zaman.

Gelelim gecenin telaşına ve nasıl yol aldığına. 


Evimizin Anadolu Yakası'nda olduğundan ve gidiş yolunda mucize gibi bir trafiğe denk geldiğimizden vaktinden de önce Tavsiye Evi'nde olduk. Banu, gittiğimizde oradaydı. Tanıdık birine "Merhaba" demek beni rahatlattı. Sonra Renan'la tanıştım, birer birer gelenlerle selamlaştım. Nihayet Fatih Portakal'la eşi Armağan da geldiler. Teker teker odadakilerin ellerini sıktılar, gözlerinin içine baktılar. Armağan Hanım'ıİnstagram'dan da takip ediyorum. Fotoğraflarda ya Anadolu'nun ücra bir köşesinde oluyor, ya elinde zeytinlerle kurmaya çalıştıkları çiftlikte zeytinlerin arasında. Fotoğraflarından samimiyet yayılıyor. Bizden biri gibi gözüküyor. Evinin kapısından içeri girince bizim gibi çaydanlığı ocağa yerleştirdiğini tahmin edebiliyor insan.

O gece masanın bir ucunda, Fatih Portakal'ın hemen yanında Timsal Karabekir oturuyordu. Timsal Hanım'la hep bir masanın etrafında buluşuyoruz. Bir masanın etrafında toplanan insanlar başka bir şeyi paylaşıyorlar. Tıpkı eski zamanlardaki ateş başı sohbetleri gibi. Hani biraz hayallere dalsan çıtır çıtır yanan odun parçalarının sesini duymak mümkün. 


Elbette çayımız vardı. Birer bardak çay alıp masanın etrafına toplandık. Fatih Bey masanın ucuna oturdu. Gözleriyle hepimize ulaşabileceği bir yere. Banu kısa bir açılış konuşması yaptı. Sonra da hazırladığı sorulardan birkaçıyla konuşmayı başlattı. İşinin gereğinden olsa gerek, Fatih Portakal çok rahattı. Sorulan her soruya uzun uzun cevap verdi. Aslında soru-cevabın ötesinde başka bir şeydi yaşadığımız. Öyle ki konuşmalarının içinde kimilerimizin sormayı düşündüğü sorular, bazılarımızın da duymak istediği cevaplar gizliydi.
Meslek hayatını, kitabı niçin yazdığını, kitabın yazılma sürecini uzun uzun anlattı. Kitabı kaç kez elden geçirdiğinden, tabir yerindeyse kaç kere tekrar yazdığından gülerek bahsetti. Armağan Hanım, o gece bizimle aynı masada değildi. Arkamdaki bir koltuğun köşesine yerleşmişti ama hep sohbetin orta yerindeydi. Fatih Bey'in sözlerinin içinde, kitabın yazılım sürecinde, kapak seçiminde varlığı hep kendini gösteriyordu. Son cümleleri usulca söyler gibiydi sanki. Varlığının ilişkilerine güç kattığını söylemek için çok yakınlarında olmaya gerek yok yani :)

Siyaset hayatımın uzağında. Kendime ait bir alan yaratmaya çalıştığım blogda da çokça yer vermiyorum bu konuya. Politika konuşmak beni mutsuz ediyor. Hayatın içinde aynı düşüncelere sahip olduğum birkaç insanla paylaşıyorum düşüncelerimi. Yaşadığım bu ülke için her şeyin güzelini hayal ediyorum. Çocukların daha mutlu olduğu, yarının ne getireceğini düşünmediğim bir geleceği umutla bekliyorum. Hayat, aslında bir duruştan ibaret. Yolu, kendimize ve etrafımızdakilere duyduğumuz saygıdan geçiyor. Fikirlerimize sahip çıkabildiklerimizden, kendi  hayatımız yolundayken de hayatları çıkmazdakilerin dili olabilmekten. 
Mesela ailemizin en büyüğü olan, eşimin 98 yaşındaki babaannesinin gerçekleri dile getiren diline, kızgınlığını dizginlemediği onu ayakta tutan öfkesine ve her şeyin bir gün düzeleceğine olan inancına sahip olmak isterdim. Her gün sadece sevdiği ve inandığı insanların yazdığı gazeteleri eve sokar. Sözlerini gerçek bulduğu insanların bulunduğu kanalları açıp, karşılarında oturur. 
...ve konuşur onlarla. 
"Aferin oğlum!" der. "İyi ki varsın. Allah uzun ömür versin sana."

O gece Fatih Portakal'ın yanına giderken, "Keşke babaannen gitseydi bugün bizim yerimize Fatih Portakal'ın karşısına."dedim Selçuk'a. 
Tam da Fatih Portakal'ın istediği gibi en zor soruları sorardı ona, masanın etrafındaki benim gibi umudunu yitirmiş insanlar varsa umudunu yenilerdi. 

Cumartesi gecesi çok iyi geldi bana. Gecenin sonunda yine sıcak bir el sıkışmayla Tavsiye Evi'nin sıcak ortamından ayrılırken burada olduğum için çok mutluydum. Dost sofrası gibiydi sofra. İnsanlık vardı. İyi ki gelmişim dedim arabada eve doğru yol alırken. İyi ki Lalenin Bahçesi beni davet etmiş, iyi ki Banu böyle bir işe girişmiş, iyi ki Fatih Portakal sohbetini esirgememiş bizden.


Macera Kitabım'ın 2016 Dökümü!

$
0
0
Evet! Bu sene de bitiyor haklısınız. Her sene aynı geyiği yapmaktan bıkmış olsam da senelerin böyle geçiyor olması cidden canımı sıkıyor. Belki hiç blog yazmamak daha iyidir. Böylece oturup her senenin sonunda, ''Ben bu sene ne yaptım?'' diye düşünüp durmaz insan. İlla ki verilecek bir hesap var değil mi?

Ocak


Vallahi de billahi de Aralık nasıl geçtiyse öyle geçti. Çok hızlı yani. Sanırım aralık hızını alamadı ve o hızla önüne ne geldiyse sildi süpürdü. Demek o ki önünde mart ayı duruyor olsaydı muhtemelen onu da fark edemeden kaçıracaktık.😀  Sene başı itibariyle yine karakterimden ödün vermedim ve çoğunu uygulayamayacak olduğumu bilsem de yeni yıl kararlarımı aldım. Geriye dönüp baktığımda ocak ayı itibariyle blog yazılarımda müthiş bir artış var mesela. Yani o ay aldığım kararlardan bir tanesini uygulamışım. Güzel kitaplar okumuşum. Uzun okuma listeleri yapmışım. Üstelik yazdıklarımı okuyunca müthiş bir heyecan varmış o günlerde diye düşünüyorum. Ben o yaşam enerjisini seviyorum işte. Ocak ayında hep İstanbul civarında olup hiç seyahat etmeden mutluluğu yakalamışım yahu. Daha ne olsun?


Şubat

Yürümüşüm ve yürürken hep düşünmüşüm. Adımlarıma düşüncelerim eşlik etmiş. Yalnız değilmişim yani. Kulağımdaki kulaklıktan hep sevdiğim birileri fısıldamış yüreğime. Bir gün biriyle sohbet etmişim, başka bir gün diğeriyle. Şubat ayı hayal ayı olmuş bana. Sonra ansızın bir yol açılmış, ''İşimiz de var aslında, ay ne yapsak ki acaba?'' diye Laponya'ya gidelim diyen arkadaşlarımıza önce yan çizerken, söylediklerimizi unutup Finlandiya'ya gitmişiz. Kalın kalın giyinmişiz, ağzımızı burnumuzu yünden atkılarla sarmışız, ellerimizi soğuktan korumak için eldivenler giymişiz. 2016 yılının şubat ayında hayatımda ilk defa donmuş bir deniz görmüş ve ağzımı hayretle açmışım. Yanımda Selçuk'la Kuzey varmış. Bu güzel diyara hayran olmuşuz hep birlikte. Kar kıyafetlerine müthiş bir yatırım yaptığımızdan bütçemizde kocaman bir delik açılmış.😀


Noel Baba'ya inanmamama rağmen Laponya'ya onun diyarına gitmişiz. Gülmüşüz, yemişiz, içmişiz. Karla kaplı bir coğrafyanın içinde şaşırıp kalmışız.
Üşümüşüz ama nefis bir şubat olmuş nihayetinde şubat!

Mart

Mart ayını nasıl geçirdiğimi hatırlamıyorum. Laponya'da açılan deliği kapatmak için bolca çalışmış olmalıyız. Bu senenin en güzel yanlarından biri Yazı Evi ve beni çok mutlu eden derslerdi. En güzel ilk hikâyemi bu ay yazdığımı hatırlıyorum. O yüzden mart ayını da seviyorum. Tüm sene boyunca karaladığım defterlerimi karıştırdığımda tüm senenin bendeki izleğinin çok karışık olduğunu itiraf etmeliyim. Normalde okuduğum kitaplarla ilgili notlar düşerim. Bu sene yapmamışım. Hayat nasıl geldiyse öyle takılmışım. Biraz tökezlemişim. Sonra tekrar ayağa kalkmışım.

Nisan


Mart ayında kös kös oturmamın sebeplerinden biri Nisan ayının 2. gününde Paris'e doğru yola çıkmamız olabilir. Bir haftalık ara tatilinin her bir gününü Paris'a ayırdık. Gitmeden önce gitmek için gün saydım. Oraya vardığımızda geriye kaç günüm kaldı diye. Öyle seviyorum Paris'i💖  Hepiniz biliyorsunuz zaten bunu. Montmartre'ın sırtlarında bir ev kiraladık. Pencereden baktığımda gri Paris çatıları gözümün önünde uzanıyordu. Sabahları kahvaltımızı yapıp kendimizi şehrin sokaklarına atıyorduk. Tatilimizin birkaç gününe Dubai'den arkadaşlarımız da ekleninde daha da şenlendik. Özellikle de çocuklar. Bir gece bir bistroda yemeğimizi yiyip maç seyrettik, başka bir gün Pere Lachaise Mezarlığı'nda saklı mezarların peşine düştük, soğuğun yorduğu her yerde sıcak çikolata içtik. Nisan ayında İg'den açıldığını takip ettiğim Shakespeare and Co'nun kafesine ilk defa gittim. Proust anketi hâlâ evin bir köşesinde duruyor. Artık bir yapsam diyorum. Ah Nisan! Ne güzel aymışsın sen 💖


Hani nisan ayına bizimkilerle birlikte Paris'te girmiştim ya, uğurlamak için de kız arkadaşlarımla birlikte Bologna'ya gittim. Hafta sonu için. Bol bol yürüdük, nedense yemek yemeyi unutup sadece akşamları yedik, nefis içkiler içtik ve evimize döndük. Bologna seyahati fotoğraflarını yanlışlıkla silmiştik, biliyorsunuz. Yeniden çekmem için bir fırsat oldu bu seyahat.


Yazılı tarihimize bir de not düşeyim o vakit: Kuzey de okulla birlikte bizsiz ilk seyahatini bu sene yaptık. Efes'e gitti. Seyahatten de çok eğlenmiş olarak geri döndü. Bizi aramak mı? Nerede? Söylediğine göre hiç vakti olmamış. Bir de otel çok güzelmiş.

Mayıs

Bir kere mayıs ayı benim doğum günümün olduğu ay. Bu sene hediyemi alenen istedim. Bir koşucu saati. Hani şu kalorinizi, ne kadar koştuğunuzu falan hesaplayan saatler var ya onlardan. Yakını görmekte azıcık zorlanmaya başlayan bu karakter için de ayrıca kocaman bir ekranı olması nefis oldu. Sene içinde bir şekilde hayatımıza giren "ekmek pişirme" olayında da iyiden iyiye yol kat ettik. Kesinlikle daha güzel ekmekler yapıyoruz. Evet, ekmeği ailece yapıyoruz.😀  Baharı evimizde karşıladık. Bahçede ilk tomurcuklanan çiçek manolya oldu. Sonra bitkiler yeşillendi yavaş yavaş. Bir sene çok seviyorum diye bir zeytin alınmıştı bahçenin en güzel yerine, bu sene de mutlu olayım ve her gün gözünün içine bakayım diye keyifli mi keyifli bir limon ağacı. Bu mayıs ayında bir yaş daha büyüdüm elbet. Hayatta daha küçük şeylerle mutlu olmak için söz verdim kendime.


Ayın sonunda iş için karı-koca Çin'e gittik. Selçuk'un senede 2-3 kez yaptığı bu yoldan her seferinde kaçıyorum; lakin bu gidiş benim işimle ilgiliydi. Hâl böyle olunca mecburen düştüm yola. Uçak yolculuğumuz da, otelimiz de Selçuk tarafından organize edilmişti. Nefisti. (Şuraya bir-iki güzel şey yazayım ama değil mi? Hevesini ve yaptığı işleri takdir edeyim ki yollarım hep açık olsun.)
Senenin ilk okyanus ötesi yolculuğuydu. Bol bol çin yemeği yiyerek hem gözümü hem de midemi doyurdum. Yaşasın Çin'de yapılan gerçek çin yemekleri!

Haziran

Okullar bitsin de artık sabahın köründe kalkmaktan kurtulalım diye gözünün içine baktığımız ay haziran ayı bizim evde. Yazın sonunda, "Biraz düzene girelim!" diye okulların açılmasını istediğimi biliyorum ama sabah bu kadar erken kalkmak da yoruyor insanı. Bir de tüm sene boyunca hayalini kurduğumuz bir şeyin vakti geliyor: Haziran ayı sonunda 15 günlüğüne New York'a gidilecek. 
Evet, Haziran'da New York'a uçtuk. Hayatımın en güzel tatillerinden biri olduğunu hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim. Manhattan'da minik bir dairede kaldık. Central Park'ta sabah koşularına çıktık, gidebildiğimiz tüm müzelere gittik. İstanbul, yaşamın bildik sıkıntıları, dertler hepsi on beş gün geride kaldı. Senenin en keyifli ayı ilan ediyorum haziranı.

Temmuz

İlk birkaç gününde hâlâ New York'taydık. Ayın 4'ünde Ulusal Bayramları olduğu için nefis indirimler vardı ve bizim dönüş günümüz tam da bu gündü. Birkaç gün öncesinde başlayan indirimlerden kısmen faydalansak da, "Ah ah, biz neden bir gün sonra dönmeyi akıl edemedik?" diye hayıflanıp durduk. Bu ne demek? Bir gün Amerika'da olursanız 4 Temmuz indirimlerini göz ardı etmeyin demek. Dönüşte birkaç gün daha tatilim vardı. O süreyi de evimde geçirdim. Evde olmayı da seviyorum aslında 😀


Sonraki günleri de hepimiz biliyoruz. Ayın 15'inden sonrası tam bir karanlık benim için.

Ağustos

Babam öldüğünde içinden çıkamam zannettiğim bir depresyona girmiştim. Mutsuzluğumun adını koyamadan ve bir çare aramadan birkaç yılımı öyle geçirdim. Şimdiki aklım olsaydı hemen bir psikoloğun yolunu tutardım. 2016 yılının Ağustos ayı da böyle bir aydı işte. Derinlerde bir yerlere sürüklendim. Yarınımızın ne olacağını sorguladım ve çok korktum. Hayatımda ilk defa korku tüm benliğimi ele geçirdi. Evden işe, işten eve gittiğim ve sanırım hayat enerjimi dondurduğum bir aydı. Bu senenin ağustos ayı benim için hiç ışıldamadı. Ayın sonunda belki bir nefes alırım diye can arkadaşıma doğru arabayla uzun bir yolculuk yaptık. Yol halini, durduğumuz yerlerde soluklanmayı, dinlenme tesislerinde tost yiyip çay içmeyi ne çok severmişim meğer bunu fark ettim.

Eylül

Çok önceden planlanmış bir seyahat için yola çıkma zamanı geldi. Yakınlarda notlarını yazdığım için hemen herkes biliyor Küba seyahatini. Bu senenin okyanus ötesi 3. seyahati oluyor bu. Air France ile de ilk yolculuğum. Benim için bu havayolu şirketi sınıfta kalıyor. Söylenip dursam da hiçbir havayolu şirketinde THY'nin konforunu bulamıyorum. Fidel Castro'nun birkaç ay sonra aramızdan ayrılacağını bilmeden Küba sokaklarını adımlıyor, bol bol Mojito içiyor ve Hemingway'in peşinden gidiyoruz yine. Hemingway'i tüm o maçoluğuna rağmen neden seviyorum ben arkadaş?


Bu arada 2017'nin şubat ayına planlanmış bir Paris seyahatimiz var ve 2016 yılında Paris'te bulunabileceğimi düşünmüyorum. Peki ne oluyor? Bir sürpriz. Air France'ın Küba yolu üzerinde Paris'te öyle uzun bir beklemesi var ki, "Hadi!" diyoruz. "Kahvelerimizi St.Germain'de içelim."Şehirde geçirdiğimiz üç saat rüya gibi geliyor bana. Havayı soluyorum derin derin. 💖

Ekim

Selçuk'u çok seviyorum. Seviyorum vallahi💖
Paris'e gelemem diye düşünürken, Küba yolunda üç saatlik Paris seyri için şükrederken elbette bana böyle bir sürpriz hazırladığından haberim yok. "Bavulunu hazırla!" diyor. "Birkaç günlüğüne kaçalım, Paris'i çok özledim." O da benim kadar seviyor bu şehri. Benim gibi zırt pırt dile getirmiyor ama öyle. Beni seviyorsa, Paris'i de sevmeli lazım zaten. Yoksa çekilmem ben. Kuzey vızıldayıp duruyor. Kendi başınıza geziyorsunuz, beni götürmüyorsunuz diye söyleniyor. İçim azıcık bu söylemlerle ezilse de hemen pembe bavulumu hazırlıyorum.
Paris'i, oğlumu, bana devamlı Paris sürprizleri yapan kocamı çok seviyorum.



Kasım

Bu yazıyı yazmak için masanın başına oturana kadar, "Ben bu sene hiç gezmedim yahu!" diyordum. Şimdi gerçekleri ortaya dökünce azıcık utandım. Şu kızlar yok mu şu kızlar. Aynı masaya oturduğumuz her seferinde bir seyahat planı atıyorlar ortaya. Nereye gidelim diye düşünüp bir yandan da biramızı, şarabımızı içerken Barselona fikri doğuyor, şekilleniyor ve biletler alınıyor. Ben de çok sevdiğim bir başka arkadaşımı örgütlüyor ve onu da yol hikâyemize dahil ediyorum. Kızlarla keyifli keyifli dolaşıp, tapasları götürüyoruz. Bu sene ne çok yemek yiyip, ne az spor yaptım ben. Ciddiyim bu konuda. Hareket kabiliyetimi yitirdim yahu. Hep şu hiç aydınlanmayan sabahlar yüzünden.


Aralık

Bu senenin son ayında içimde şöyle bir duygu var: Bu sene sona ersin artık ve daha aydınlık bir seneye uyanalım. Aile içinde şükür ki hiç kayıp vermediğimiz bir yıl oldu. Yine de ülkede yitip giden canlar ortada. Yeni yılın bu seneden daha iyi olacağını düşünecek kadar saf olabilirim. Bilmiyorum ama yeni yılın umutla, barışla, huzurla dolu olmasını yürekten istiyorum. Herkes gibi. Her sene olduğu gibi bu sene de bizim evde mi toplanacağız daha netleşmedi. Amma ve lakin benim gibi bir gezginin arkadaşlarının Berlin'de yeni yıla girme teklifini üzülerek geri çevirdiği de şurada kayıtlara geçsin ki denk geldiğimde bunu nasıl yaptım ben diye kara kara düşüneyim. Oluyor demek ki böyle şeyler!

Pek sevgili arkadaşlarım...

2016 bitiyor. Neticede az spor yaptığım, ciddi okuma kısırlığı yaşadığım, Kuzey'in dolu dolu 12 yaşını bitirmeye hazırlanıp 13'e doğru yavaş yavaş yürüdüğü, boyunun boyumu geçtiği, ayak numarasının şimdiden 42'yi bulduğu bir sene oldu bu. Ara ara çocuğuma bakıp, "Bu benim doğurduğum çocuk mu?" diye soruyorum. Çoğu zaman içime sokasım geliyor bu oğlanı, kimi zaman da camdan fırlatasım. Elbette çok seviyorum ama öyle. Selçuk'la ben de yavaş yavaş yaşlanıyoruz tabii. Arada birbirimize girip sonra tekrar barışıyoruz. Dostlarımızla keyifli sofralara oturuyor, böyle arkadaşlara sahip olduğumuz için şükrediyoruz.
Hayat akarken bazen eziliyoruz, bazen seviniyoruz. Değiştirmek istediğimiz şeylere gücümüz yetmiyor, birbirimize sarılıyoruz.
....ve ben burada olmaktan, bloga yazmaktan çok keyif alıyorum.

İyi ki sizler de varsınız çünkü tanımadan sevdiğim ailem gibisiniz.
Herkese mutlu bir yıl dileklerimle.

Eski yılın son pazarı...

$
0
0
Yeni bir yıla girmeden önceki son pazara geldik nihayet. Bildik hafta sonu halindeyiz biz. Koltukların yastıkları başka taraflara kaymış, kitapları dergileri sağa sola fırlatmışız, sehpanın üstü kullanılmış bardaklarla dolu. Pek steril bir ev ortamı olduğunu söyleyemeyeceğim yani. Bizim ev hafta sonu geldi mi hep dağınık. Etraftaki tüm kitapları okuyor muyuz? Hayır. Yine de çevremizi okunan okunmayan kitaplarla dolduruyor. Tüm defterlerimizi ortaya çıkarıyor, renkli renkli kalemleri elimizin altında bulunduruyoruz. Kalem, defter kısmı bana ait daha çok. Ev böyle olunca, tüm kaygılarımı pencerenin ardındaki dünyada bırakınca rahatlıyorum. Çayı demliyorum ve bir köşeye çekiliyorum. 



Bu pazar sabahı erkenden kalktık. Saati kurmuştum zaten. Selçuk'la giyindiğimiz gibi Kartal'daki Organik Pazar'ın yolunu tuttuk. Pazar hali, insanların birbirine günaydın demesi, yüzlerdeki gülümseme sevdiğim şeyler listesinin başında. Pazarın girişindeki güler yüzlü teyze mini minnacık ıspanaklar getiriyor ve getirdiği gibi bitiyor ıspanaklar. Bu sabah hem koşup ıspanağımı aldım, hem de söylendim teyzeye. 
'' Senin ıspanakların yüzünden bu kadar erken geliyoruz. Saat 10.00'dan önce çıkartma şunları tezgaha."

Alışveriş bitip de eve gelince o ıspanakları yıkama faslı oldu tabii ki. Yıkarken uzun uzun bu kadar ıspanakla ne yapacağım düşüncesi kafamı kurcaladı. Allah'tan bilgisayardan Michael Bublé'nin "Christmas, christmas..."diye neşeli neşeli şarkıları geliyordu da ıspanakların yarısını çöpe atma fikrini kafamdan def ettim. "Mutfak benim mabedim!" diyeceğim şimdi, kimse bana inanmayacak.😆
Şaka bir yana, yemek falan yapmıyorum ama mutfaktan da bir türlü çıkmıyorum. Evde olduğum vakitler hayatım mutfak masasının etrafında geçiyor. Bloga yazı yazacaksam oturup burada yazıyorum. Kuzey ders çalışacaksa yine bu masada oturuyoruz. Eve gelen misafirleri de burada ağırlıyoruz. Yemek bitince çay için salona geçelim diyorum, kimse tınlamıyor. Biz mutfağın orta yerinde duran masanın etrafında toplanmışken, sebzeler yıkanıyor, çay demleniyor, birisi kalkıp buzdolabından bir şey alıyor. En çok evdeki ufaklıkların (komşunun çocukları, yeğenlerim, Kuzey'in arkadaşları...) bulundukları odadan koşarak gelip su içmelerini, çikolata ve bilimum zararlı şeylerin durduğu dolaptan canlarının istediği şeyi alıp yemelerini seviyorum. Buzdolabına çocukların teklifsizce dokunabildiği evler başka bir samimiyet taşıyor bence. (Buzdolabını açma sebepleri kesinlikle içecek için oluyor ya da dondurma)

Biz bu sene Kuzey'le yapabilirsek bir şey yapmaya niyet ettik. Belki kitapçılarda gezinirken dikkatinizi çekmiş olabilir. "52 Liste Projesi" adında bir ajanda var. Her hafta için bir ödev var; liste yapmak. Aktivite olsun diye, "Yapar mıyız?" dedim Kuzey'e. Yaparız dedi. Düzen insanı değiliz ikimiz de ama ne yapacağımızı bu sefer ikimiz de görmek istiyoruz. Bu konuda bir başarı elde edersek listemizi burada yayınlayacağız. Bu blog nasıl bir başarı grafiği yakaladı böyle yahu?😂

Yeni bir şeyler yapmak istiyorum. Ondan böyle sağa sola saldırıyor olabilirim. Her yeni yıl taze bir şeylere başlamak için fırsat. Bu durumun gerçek olup olmaması da pek mühim değil aslında; ruhumuz nasıl rahat hissediyorsa öyle olsun. Bir şeylere başlamak için pazartesi de uygun benim için cuma da. Keşke Kuzey de ödevlerine birkaç satırdır anlatmaya çalıştığım gibi çabucak başlasa. (Bu kısım blog yazarının sabrının tükendiği yer. Bizim evde birileri ertelemenin kitabını yazabilir.)

Şimdilik durumlar böyle. 
Posta kutumuz ve gönlümüz yeni yıl için gelen kartlarla ve güzel dileklerle şenlendi. Bir çay demleyip hayallerime kaldığım yerden devam edeceğim.

Yeni yılın sabahı...

$
0
0
2017'nin ilk gününden merhaba!

Yeni bir güne uyanmaktan öte bir şey olmadığını bu sabah tekrar tecrübe etmiş olduk. Nasıl bir sabah olduğundan, yine nasıl fena bir haberle gözümüzü açtığımızdan bahsetmeyeceğim; zira ülke siyaseti ile ilgili şeyleri buradan pek paylaşmıyorum. Ülke yine aynı ülke, halk yine aynı halk, bizler yine aynı bizleriz.


Biz bu sene yeni yıla Akyazı'da girdik. Her zamanki gibi bizim için sevgiyle hazırlanmış bir sofraya oturduk. Kuzine soba üstünde çayımızı demledik. Biten çayları tazeledik. Bol bol kuru yemiş yiyip saatler gece yarısının olduğunu haber verdikten bir müddet sonra da yattık. Yeni yılın yeni umutlara gebe olmasından öte yılbaşı gecesinin benim için fazlasıyla bir değeri yok. Ama tüm ailemin aynı çatı altında toplanmasından, birbirimizin sözünü keserek konuşmamızdan, milli piyango bileti ile ilgili geyik yapmaktan, hayal kurmaktan ve "çocuklara yapmayın, koşmayın, kavga etmeyin" diye bağırmaktan hoşlandığım bir gece olduğunu da itiraf edeyim. Herkesin bir araya gelmesine sebep olduğu için seviyorum bu geceyi. Yeni yılda nerede olacağız diye düşünmüyoruz mesela hiç. Birlikte olacağımız bir yerde oluyoruz. Bundan daha güzel ne olabilir?


Şimdi şöyle bir soru gelebilir elbette akla: Başka günlerde, başka tatillerde de bir araya gelin. Size engel olan ne? 
Kazın ayağı öyle değil işte. Daha uzun tatillerde hepimiz haklı olarak bir yerlere gidiyoruz. Böyle olunca ailenin bir ucu başka bir köşede diğer ucu başka bir köşede oluyor. Ama sadece bir günlük tatili içini alan bir günde kimse bir yerlere gitmiyor. Kışın soğuğu da bu fikrimizi destekliyor. Sıcacık evlerimizde birbirimize sarılarak oturmak, sohbet ederek çayımızı yudumlamak varken bir taraflara gitmeyi tercih etmiyoruz. 

Yılbaşı gecelerinin kalabalığı da sevmediğim unsurlardan biri elbet. 

Senenin son gecesini atlattıktan sonra şimdi her birimiz evlerimizdeyiz. Sessiz, sıcak yuvalarımızda. Yılbaşı gecelerinin ertesinde yaşamaya alışık olduğumuz bir sakinlik var etrafta. Hayatın hâlâ aynı hayat olduğunu fark ettiğimiz, sahip olduklarımıza sezdirmeden bakıp bunlar için şükrettiğimiz, bu sene de hiçbir kayıp vermemek için içimizden dua ettiğimiz o güzel sabah. Ben böyle düşünüyorum. 
"Allahım!" diyorum içimden. "Sahip olduklarım için sana şükrediyorum."

Bizim evin halleri...


Fırından bir gün önce yoğrulmuş ekmeğin kokusu geliyor. Kuzey, koltuğun her zaman oturmak için savaştığımız köşesine yerleşmiş müzik dinliyor. Pek tabii kulaklıkları kulağında. Geçen seneyi bu yeni aksesuarı ile geçirdi. Selçuk, tatil günlerinin en sevdiği rutininde: Şekerleme yapıyor. Ben yazıyorum, düşünüyorum. Kuzey'le yazmaya gayret edeceğimiz bir liste olacağını ilan etmiştik buradan. Aklımdan ilk listenin maddeleri geçiyor çaktırmadan. Bu senenin hedeflerini yazacağız. Büyük hedeflerin değil, küçük umutların, yapılması dilenen şeylerin listesi olacak benimki. 

Müjdemi isterim: "Paris Bir Şenliktir" yeniden basıldı. 


Gelelim senenin ilk kitabına. Her sene yaptığım gibi Ernest Hemingway'i ve "Paris Bir Şenliktir" kitabını okuyacağım. Bu sefer bir ay önce basılan yeni baskısından. Kitabı okumayanlar ve baskısını bulamayanlara tavsiye ederim. Paris severler, size sesleniyorum: Bu kitap her Paris sevdalısının okuması gereken bir kitap. Hazır yıllar sonra yeni bir baskısı yapılmışken Hemingway'in Paris'teki yaşantısından, yıllar sonra bile varlığını sürdüren meşhur kitapçısı Shakespeare & Co.'dan, Scott Fitzgerald ile olan arkadaşlığından, şehrin bistrolarından bahsettiği bu kitabı okuyun. 

Ben öyle yapacağım. 
Ekmek kokusu evin odalarına iyice dağılmışken önce bir bardak çay yapacağım kendime, sonra da kitabımı alıp Paris düşlerine dalacağım. 

52 Liste Projesi- Liste 1

$
0
0

#Liste 1: Bu yıl için hedeflerinizin ve hayallerinizin listesini yapın.


52 Liste Projesi'ni yapmaya niyet ettiğim hafta sonuydu. Akşam olmak üzereydi, hava kararmaya başlamıştı. Evde olduğum bu saatleri çok severim. Selçuk her zamanki akşamüstü şekerlemesini yapıyordu, Kuzey ile ben de karşılıklı koltuklarda oturuyorduk. Canım birlikte bir şeyler yapmak istedi ve o yapmak istediğim şey de sevgi dolu, aile aktivitelerinden biri olsun istiyordum. DVD'de film seyretmek benim için yukarıda anlattığım sevgi dolu olaylardan bir tanesi.


Julie & Julia'yı seyredelim dedim. 
"Güzel bir film mi?" diye soru Kuzey.
"Nefis!" dedim. 
Ona bir sıcak çikolata hazırladım. Kendime bir bardak çay aldım. Filmi DVD'ye yeni yerleştirmiştik ki Selçuk da aramıza katıldı. Birkaç seneden beri seyretmemiştim bu filmi ama kendisi benim mutluluk filmlerimden biridir. Nora Ephron'u çok severim. Meryl Streep'e bayılırım. Amy Adams da sevimliliği ile çoktan gönlümü kazanmış aktristlerden biri. Filmin Paris'te geçtiğini söylememe gerek yok herhalde. Bir de işin içine yemek ve blog olayı karışınca bu film benim için biçilmiş kaftan. 

Kuzey filme bayıldı. İçinde yemek olan filmleri daha çok seyretmek istediğini söyledi. Ben daha çok blog yazmam gerektiğine ve bunun için emek harcamam gerektiğine karar verdim. Tam da 52 listeden, yani 52 haftalık bir çabadan oluşacak bir olaya girişmenin arifesinde doğru filmi seyretmiş olduk. 

Artık eskisi gibi havalarda uçuşan hedeflerim yok. Hayallerimde ise hâlâ sınır tanımıyorum. Şimdi ilk haftanın listesiyle karşınızdayım. 

📌 Spor yapmak hedeflerimin arasında ama eskisi gibi yapamadığım günler için kendimi yakıp yıkmayacağım. "Bir sıfırdan iyidir" bu senenin mottosu. Elimden geleni yapacağım ve kendimi de çok yargılamayacağım. 

📌   Bol su içmeye gayret edeceğim. Basit gibi görünen bir hedef olabilir ama benim için değil. Öyle çok çay kahve içiyorum ki su içmek aklıma bile gelmiyor. Gözüm ulaşamayacağım iki litrelerde değil, burada su içmek konusunda çok fazlasıyla çaba sarf edeceğime söz veriyorum. Tabii aynı oranda tuvalete gideceğime de. 

📌  52 Liste Projesi'ni tamamlamak.Çocukluğumdan beri annem çok maymun iştahlı olduğumu söyleyip durur. Umarım bu sefer onu yanıltmayı başarırım. Başaramazsam yüzüme vurun, siz de utandırın beni. (An itibariyle burada her şeyden vazgeçmek istiyorum)

📌   Daha çok İngilizce kitap okumak. Evet yaaaa! Bunun için şöyle bir karar aldım. Çok sevdiğim polisiyeleri kindle'dan okuyacağım. Camilla Lackberg benim için bu anlamda bir fırsat. Yani hedeflerimden biri İskandinav Polisiyelerini İngilizce olarak okumak.

📌  Jo Nesbo da bu senenin tanışmak ve okumak istediğim yazarlarından. Böylece daha önce hiç okumamış olduğum bir yazarla da tanışmış olacağım. 

📌  Şu kadar kitap okurum diye bir hedef koymuyorum. Ama çok kitap okumaya, daha çok içime kapanmaya, sosyal ortamlardan uzak durmaya, insanlarla ilişkimi sanal dünya üzerinden kuracağıma ve kalabalık ortamlardan uzak durmak için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum.

📌 Yazı Yazmak: Bloga daha çok yazı yazmaya çalışacağım. Yazı Evi'nde katıldığım derslere mümkün olduğunca elim boş gitmemeye çalışacağım. Paris ile ilgili yazdığım yazıları sene sonuna kadar çoğaltmak için elimden gelen azami gayreti göstereceğim. 

📌  Daha çok gezeceğim.  Şimdi burada bir duralım. Daha çok gezmek bu sene için koyduğum bir hedeften ziyade benim en büyük hayalim. Ülkenin durumu malum. İşler karışık, keyifsiz. Gezmekten çok keyif almamıza rağmen uzun zamandır hayalini kurduğumuz ve bu sene yapacağımızı düşündüğümüz Peru gezisini başka bir bahara erteledik. Elbette bir yerlere gideceğiz ama çok uzaklara uçacak gibi gözükmüyoruz. 

📌 İki hayalin etrafında dolanıp duruyoruz. Bir tarafımız bir arabaya atlayıp Fransa'nın kuzey kıyılarına gitmeyi istiyor. Oradan Loire Vadisi boyunca o şato senin, bu şato benim misali gezmek mi acaba diye düşünüyoruz. Diğer tarafımız da şöyle diyor: İngiltere'den girip Dublin'e mi uzansak? Oradan kırsala, yeşile, serinliğe doğru mu yol alsak? Kararsızız. Hayalimizi gerçeğe dönüştürmek için bir sağa, bir sola dönüp duruyoruz. 

📌  Nora Ephron filmlerini izlemek ve Kuzey'e izlettirmek. 

📌 Paris'e yeniden kavuşmak. Shakespeare and Co.'da çay içip, Lüksemburg Bahçeleri'nde gezinmek, Musee Rodin'in bahçesinde aylaklık etmek...

📌   Sağlık... Gerisi boş zaten.

Şimdilik benim hedefler ve hayaller bunlar. Aklıma geldikçe geriye dönüp bu listeye eklemeler yapmak istiyorum. Bilirsiniz liste yapmak öyle kolay bir iş değildir. :) 

Siz de benimle birlikte 52 Haftayı tamamlamak isterseniz nefis olur. Bayılırım👊


Şimdi gelelim oğlumun listesine. Birlikte bir şey yapmak ya da yaptığım bir şeye onu dahil etmek benim için çok kıymetli. Ne kadar dayanır, nerede pes eder bilmiyorum ama denemeye değer geliyor bana. 

Kuzey'in Listesi

📌  Meksika'ya gitmek. 
📌  Budapeşte'ye gitmek. 
📌  Vodafone Arena'da Beşiktaş'ın bir maçına gitmek. 
📌  Beşiktaş'ın bu senenin şampiyonu olması.
📌  Sene sonu ders sonu ortalamasının 93 üstü olması.
📌  Star Wars'un son filmine gitmek.

Hemingway'in izinde Paris

$
0
0
İnstagramda Paris'e gideceklere tavsiye dağıtıp duruyorum. "Özlem, Paris'te nerelere gidelim, nerelerde yiyelim?" diye soranlara da cevap veriyorum, hiçbir şey sormayanlara da. Öyle bir ruh hali içindeyim ki Paris lafını duyar duymaz hemen konuşmanın içine dalıp, tavsiyeler vermeye başlıyorum.


İçimdeki Paris coşkusu öyle fazla!

Geçenlerde yine böyle Paris'e gidecek birinin işine burnumu soktum. Şöyle dedim arkadaşa: Neden Paris'te bir "Hemingway Turu" yapmıyorsun? Sonra da aklıma bloga Paris'te Hemingway'in yolunun geçtiği köşeleri, oturduğu evleri, her gün yazmak için gittiği minik dairesini yazmak geldi. Uzun zamandır aklımda olan bir şeydi bu. Birçok kere de yazma girişimde bulundum ama her seferinde yazdıklarımı beğenmeyip erteledim. Hemingway'in Paris'ini yazma günü tam da bugünmüş demek ki.

Bir yazarında suretinde bir şehri aramak

Peki Hemingway'in izini sürmeye nereden başlayalım?

🔎   Contrescarpe Meydanı    (Place de la Contrescarpe)

Contrescarpe Meydanı'na ne dersiniz?



Paris'in en güzel meydanlarından birine geldiniz. Küçük, sıcak ve saklı. Hemingway'in peşine düşene kadar kim bilir kaç kez önünden geçtiğim Pantheon'un biraz gerisinde saklanmış böyle bir meydan olduğundan haberim yoktu. Hemingway'in şehre geldiğinde yerleştiği ilk evinin açıldığı bu meydan Hemingway'in izini sürmek için iyi bir başlangıç. Hemingway'in ifade ettiği gibi sonbaharın bittiği ve kışın bir gecede başladığı bir Paris hayal edin. Soğuk mu soğuk! Contrescarpe Meydanı'nda esen sert rüzgârlar ağaçlardaki tüm yaprakları söküp atıyor ve siz bir zamanlar Hemingway'in de önünden geçtiği bu meydanda Paris'in bir parçasısınız.

🔎   Cardinal Lemoine Sokağı, 74 numara


1922 yılı, Ocak ayı.
Genç çiftimiz Ernest ve Hadley bu evin kapısının önünde duruyorlar. Bu binanın dördüncü katında bir daireye yerleşiyorlar. Evin hemen altında bir dans salonu. Bütün gece hiç durmadan çalan müziğin sesi yaşadıkları eve kadar ulaşıyor. Sarhoşların nedensiz çığlıkları, salon kadınlarının dinmeyen kahkahaları. Ernest'in bir hayali var: Yazar olacak.
Şehre geldikten sonra yerleştikleri bu daire küçük bir daire ama olsun. Birlikte yaşamlarının başladığı ilk yer burası. Contrescarpe Meydanı'nın hemen yanı başındaki sokağın başındaki bu ev yıllar önceki haliyle ayakta. Duvarda bir tabela: Hemingway bir zamanlar burada yaşadı diyor.


🔎   Hemingway'in Descartes Sokağı 39 numaradaki stüdyosu

Hadley, Cardinal Lemoine Sokağı'ndaki evlerini yuva yapmak için uğraşırken ve kendine yeni arkadaşlar edinmek için uğraşırken Hemingway gün içinde çalışmak için aylığı 60 Franc'a kendisine bir oda kiralıyor. Sabahleyin karısıyla kahvaltısını ettikten sonra birkaç mandalina atıyor cebine, biraz da kestane. Sonra Descartes Sokağı'ndaki apartmanın kapısından içeri girip stüdyosuna çıkan merdivenleri tırmanmaya başlıyor. Oda küçük ve soğuk. Öyle ki buradan ayrılırken yemediği mandalinaları bile tekrar cebine atıyor. Masanın üzerinde bırakırsa mandalinaların donacağını biliyor. Kimi zaman yazdığı yazıdan başını kaldırıp Paris'in gri çatılarına bakıyor. En çok iyi yazdığına inandığı bir günün ardından binanın merdivenlerinden sokağa çıktığı zamanları seviyor. Çünkü artık canının istediği gibi Paris'i gezmek için özgür.
Ünlü Fransız şair Verlaine'in de bu apartmanda yaşadığını ve öldüğünü söylemeden geçmeyeyim. Bu şehirdeki tabelalar çok şey anlatıyor konuklarına.



**** Burada miniminnacık bir parantez açıp Hemingway ve Hadley'in 1923 yılında Paris'ten ayrıldığının notunu düşeyim. Toronto'ya gidiyorlar ve Hadley hamile. Hemingway'in pek de istediği bir şey değil bu durum. Daha çok genç ve kariyerinin başında olduğunu düşünüyor. Hadley, Bumby diye çağırdıklarını çocuklarını Toronto'da doğuruyor ve tekrar 1924 yılının ocak ayında Paris'e geri dönüyorlar.

🔎  Notre-Dame-des-Champs Sokağı, 113 numara


Hadley ve Ernest Toronto'dan döndükten sonra bu daireye yerleşiyorlar. Hemingway'in yıllar sonra yazdığı Paris Bir Şenliktir isimli kitapta bu evin bir marangoz atölyesinin hemen arkasında olduğunu ve tüm talaş tozunun eve dolduğunu öğreniyoruz. Şimdilerde evin olduğu bina bir lisenin parçası olmuş ve bu yüzden evi görmek mümkün değil. Gidip görmemek Hemingway meraklılarına kalmış. Buraya kadar gelmişken Hemingway'in sık sık gittiği Le Select'e gitmekte ve bir fincan kahve içmekte fayda var. Bu kafe bir Paris klasiği ve benim en sevdiğim kafelerden biri. Çoğunlukla akşamları gidip güzel bir akşam yemeği yemeği ve birer kadeh şarap içmeyi tercih ediyoruz. Ben söyleyeyim de sonra söylemedin demeyin. 



Bu arada Hemingway'in evliliği de bu evde yaşadığı zamanlarda çatırdıyor. Hem yazarlık kariyerinin en parlak günlerini yaşıyor hem de (Pauline'le) Hadley'den saklamaya bile gerek görmediği bir ilişkiyi.

🔎  Ferau Sokağı, 6 numara


Pauline öyle Hadley gibi fakir bir kız değil. Varlıklı bir ailesi var ve her ay düzenli olarak Amerika'dan para geliyor. Bu durumda Hemingway'de Hadley ile yaşadığı parasız günlerini geride bırakmış oluyor. Adresini verdiğim evin önüne geldiğinizde zaten evlerin arasındaki farkı da hemen anlayacaksınız. St. Sulpice Kilisesi'nin gölgesindeki bu bina oldukça görkemli.



🔎  Rue de Fleurus, 27 numara

Gertrude Stein'in yaşadığı ev. Paris'te yaşayan tüm Amerikalı expat'ların yolu bu evden geçiyor. Hemingway burayı tıpkı bir müzeye benzetiyor, bir farkla. Bu evde yemek ve içki servisi var. Üstelik şömine de her daim yanıyor. Kitaptan bu evin duvarlarının her tarafının tablolarla dolu olduğunu öğreniyoruz. Yazar ya da sanatçı olmak isteyen insanların tümü bu eve misafir oluyor, eserlerini Gertrude Stein'a gösterip onay alıyorlar. 



Gelelim Hemingway'in iz bıraktığı diğer köşelere:


Elbette Hemingway şehrin birçok yerinde iz bırakmış. Toronto'dan Hadley ve yeni doğmuş bebekleri ile döndükleri ilk gece Hotel D'Angleterre'de kalmışlar. St Germain Bölgesi'ndeki otelde kalmak nefis olur diye düşünüyorum. 
Ya da Notre Dame Katedrali yakınlarındaysanız ve Rue de Huchette'in kalabalığına karışmışsanız Hotel Mont Blanc yazan tabelayı görünce kafanızı kaldırıp şöyle bir bakın. Paris'te yaşamadığı zamanlarda Hemingway kısa dönem kalmak için ne zaman gelse bu otelde konaklamış.

Les deux Magots'da içkisini içmiş, Le Select'te keyif yapmış, Ritz Oteli'nin barında oturmuş. Öyle ki bu otelde konakladığı bir dönem daha sonra Paris Bir Şenliktir kitabını yazmasına sebep olacak notlarının olduğu bir bavulu bırakmış. Yıllar sonra otel yönetimi Hemingway'a otelde bir çantasının olduğunu söylemiş de yarın kalmış yazılarına öyle kavuşmuş. Pek tabii Hemingway'in izini takip etmekten sizler de benim kadar mutlu olabilirsiniz. Yine de Ritz Otel'de kalmak için rezervasyon yapmadan önce dikkatice düşünün. Sanırım barında bir saat oturup Hemingway'i bir içki içerek yad etmek en doğrusu olacaktır. 

Yazarın Montparnasse civarında yaşarken Closerie des Lilas'da yemeklerini yediğini de söylemeden geçmeyeyim. O zamanlar restoranın fiyatları tahminimce bu kadar yüksek değilmiş. 😂

Ehhh, hadi bakalım...
Bunları öğrendikten sonra kim tutar artık sizi?
-->-->-->

52 Liste Projesi-Liste 2

$
0
0

#Liste 2: Kitap, film vb. içinde yer alan favori karakterinizin listesini yapın.

Hımmm, listelemek için süper bir konu.
Şu yaşımda hemen başka isimler geliyorsa da bu listeye çocukluk yıllarımın kahramanlarından başlayacağım.



📌  Heidi, dağların kızı



Ömrümde ondan daha doğal bir karakter tanımadım ben. Beyaz perdede Heidi'yi kim canlandırırsa canlandırsın, benim için Heidi her zaman onunla tanıştığım karton karakter haliyle var olmaya devam edecek. Dağlarda seke seke dolaşması, Peter'in yaptığı hiçbir şeye prim vermemesi, samanlardan yaptığı yatağıyla çatı katındaki o küçük odası ve o odadaki yuvarlak pencereden gözüken Alpler.

Şimdilerde bunca süper kahramanın yanında benim Heidi'min adı bile okunmuyor biliyorum ama ben onu sevmeye devam ediyorum.


📌  Celine

Kim olduğunu hemen anlayamadınız değil mi?


Before Sunrise ile bir trende yolculuk yaparken tanıştığım, Before Sunset'le Paris sokaklarında dolaştığım Before Midnight'la da kendimle eş zamanda orta yaşlı bir kadın olduğuna tanıklık ettiğim Celine. Sinemada izlediğim en gerçek karakterlerden biridir Celine benim için. Hâlâ ara ara seyrettiğim filmlerdir bu seri. Bugüne kadar izlemeyen kaldıysa hiç vakit kaybetmeden izlemesini tavsiye ederim. Canım Celine yaa! Serinin ikinci filminin sonunda dinlediğimiz Nina Simone şarkısı,-Just in Time-, da ayrıca tadından yenmez bir lezzettir.

📌  Amelie Poulain


Hep beyaz perdedeki kahramanlarımdan gidiyorum ama yapacak bir şey yok. Demek ki benim gerçeğim de buymuş😉 Tanıdığım ilk günden beri gidip de alnından öpmek istediğim karakterdir kendisi. Bu kadar mı tatlı olur bir insan. Vallahi görsem artist martist demeyip Audrey Tatou'ya da sarılabilirim. Şu dünya üzerinde Amelie Poulain karakterini ondan daha iyi oynayacak bir sanatçı da yoktur herhalde. Öyle seviyorum bu Fransız kızını. Gelelim Amelie'ye. Kendisi benim için Montmartre yaşamaya devam ediyor. Bir gün bir yerlerde karşılaşırız diye umuyorum. O zaman fasülye çuvallarının içine birlikte sokarız ellerimizi.



📌  Forrest Gump


"Koş Forrest, koş!"

Tom Hanks'ın oynadığı karakterleri birbirleri arasında yarıştırmak gerekebilir aslında. Birini bir diğerinden ayırmak çok zor olsa da benim için Forrest'ın yeri bambaşka. Onu hep dizlerinin üstünde bir kutu çikolata ile Jenny'yi beklerken gözümde canlandırıyorum. Eğer her karides yediğimde de aklıma Forrest geliyorsa demek ki benim için değerli bir yol arkadaşı olmuş.


📌  Yüzüklerin Efendisi ve Aragorn

Fotoğraf: Şuradan
Kitabı okuduğum zaman Aragorn karakterinden çok etkilenmiştim. Filmin çekileceğini duyunca da kulaklarıma inanamamıştım. Beni böyle etkileyen bir dünyanın filmi çekilebilir miydi sahiden? Çok tuhaf bir şekilde "Yüzüklerin Efendisi" filme aktarılan kitaplar arasında beni hayal kırıklığına uğratmayan ender yapımlardan biri. Kimileri Yüzüklerin Efendisi'ndeki en beğendiğin karakter kimdi sorusuna Legolas ya da Gandalf diye cevap verebilirler. Ama benim için bu sorunun cevabı kesinlikle Aragorn'dur.

Gelelim Kuzey'in listesine:


📌 Harry Potter
📌 Hermione Granger
📌 Ulysees Moore- Ulysess Moore Serisinin baş kahramanı
📌 Irene Adler- "Sherlock, Lüpen ve Ben" kitaplarının kadın kahramanı
📌 Rey- Star Wars karakteri

Oxford Gezisi

$
0
0
Benim gibi birilerinin kafasından da Oxford'da okumuş olma hayali geçmiş midir?

Hiçbir zaman Oxford'da okuyacak kadar çalışkan bir öğrenci olmadım. Kaldı ki Oxford'da gidebilme hakkını kazanacak kadar başarılı olsaydım da gidip o yaban ellerde yaşama ve okuma şansım olamazdı ne yazık ki. 


Şimdilik bu gençlik hayalimi bir köşeye bırakayım. Bu aralar geçmişe dönük hayallerim çok sık geliyor aklıma. Ben de onları hemencecik ait oldukları yere, beynimin arka raflarından birine sıkıştırıveriyorum. Zaman zaman böyle ağlanıp sızlansam da yine de şimdi sahip olduklarım için binlerce kez şükrediyorum. Okuma şansım olmadıysa da gezip görme şansım oldu bu küçücük kenti.

Kafeler, restoranlar, kitapçılar... Oxford kışın da böyle canlı mı acaba?
Belli ki Oxford'dan bahsedeceğim değil mi?
O zaman kısacık bir bilgi ile başlamak istiyorum. Gitmeden önce Oxford'un bir şehir mi yoksa bir kasaba mı olduğunu merak ediyordum. İnternette yazan bir sürü bilgi içinden bu konuyla ilgili Wikipedia'nın bilgilerine sığınmanın en doğrusu olacağına karar verdim. Oxford, mini minnacık bir şehir. Öyle ki İngiltere'nin büyükten küçüğe göre sıralanan şehir sıralamasında 52.sırada. (Bu rakam bile Oxford'un ne kadar küçük bir yer olduğunu kafanızda netleştiriyor, değil mi? )

Londra'ya gidenler için işin en iyi kısmı Oxford'un Londra'dan 92 km. uzaklıkta olması. Kısacık bir tren yolculuğuna bakar yani Oxford'u görmek.

Oxford'un her sokak arasında küçük bir hikâye yatıyor.

Biz Oxford'a tam tersi istikametten vardık. Önce Edinburg'da harika birkaç gün geçirdik. Sonra bir trene atlayıp oradan Liverpool'a gittik. Beatles'ın şehri biliyorsunuz. Buraya kadar gelmişken Liverpool'u görmeden olmazdı. Bir de ailece yapılan ve bir yerden bir yere yol alan seyahatleri seviyorum. Hele ki tren seyahatleriyse. (Uzun uzun tren seyahatlerini ne kadar sevdiğimle ilgili yazmak istesem de şimdilik susuyorum.) Liverpool'u kendimize birkaç gün konaklayacağımız merkez üs ilan edip, bir sonraki gün sabah trenle Manchester'a gidip akşamına  yine Liverpool'a dönüyoruz. 

Liverpool'a ayrılan süreyi doldurunca tatilin diğer kısmına geçmek için tekrar yola düşüyoruz: Londra. Çok önceden yaptığımız bir planın parçası Oxford'a gitmek. Ben yıllardır duya duya gözümde büyüttüğüm, nasıl olacağını hayal ettiğim Oxford'u görmek istiyorum. Bir de Kuzey meselesi var tabii. Biraz aklını bulandırmaktan zarar gelmez değil mi?

Liverpool'dan Londra'ya yine trenle gidiyoruz. Sadece Oxford'ta inip, Londra'ya giden trenimizin saati gelene kadar şehri gezeceğiz. İndiğimiz tren istasyonunun küçüklüğü karşısında şaşkınlıkla gözlerim açılıyor. Çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim Küçükyalı'daki evimizin hemen dibindeki Küçükyalı Tren İstasyonunda daha büyük değil trenden indiğimiz istasyon. Elbette ki minik diye tabir ettiğim istasyonun yaşama açılan kapısının ardında çok merak ettiğim üniversiteler şehri Oxford var. 

Eee, biz şimdi elimizdeki bavulla mı gezeceğiz bu şehri?


Elimizde bir valizle kapının dışında bekliyoruz bir müddet. Yol üstlerinde durmanın böyle bir dezavantajı var. Elinizde her daim bir valiz oluyor ve bu valizden bir şekilde kurtulmak gerekiyor. Danışma bize Hythe Bridge Sokağı üstünde bulunan "Oxford Backpackers" isimli hostele bavulumuzu emanete bırakabileceğimizi söylüyor. Mavi kapılı hostelin kapısına gelip zile basıyor ve kapının açılmasını bekliyoruz. Dar merdivenden yukarıya bavulumuzla güçlükle çıkıp, kutu gibi bir danışmanın ardında oturan bir kızdan emanet biletimizi alıyoruz. Açık konuşmak gerekirse ailece bir hostelin içine ilk girişimiz.😊  Bavul bırakmak için bile olsa biraz garip hissediyoruz kendimizi. Sanki buraya ait değilmişiz gibi. Etraf fazla dağınık geliyor gözüme. Yığınla bavul bir kenara sıkıştırılmış. Liverpool'da tekerleklerini kırdığımız bizim bavul da yığının kenarına sıkışıyor. (Hatırladığım kadarıyla bunun için 2£ ödedik.)

Bavulu bıraktıktan sonra artık şehri gezmek için özgürüz. Yol bizi doğrudan doğruya şehrin kalbine götürüyor. Kafeler, restoranlar, barlar, kitapçılar... Buranın bir öğrenci şehri olduğu her halinden belli. İnsan şehrin derinlerine dalmadan bile Oxford'da yaşamanın güzel olacağı fikrine kapılıyor. Hele ki öğrenci olmak. Ders çalışmak çok eğlenceli olmayabilir ama ritmini öğrencilerin tuttuğu bir şehirde hem okuyor hem de yaşıyor olmak da hayali kurulacak bir ayrıcalık bence. 
İçlerinden beğendiğimiz bir restorana oturup yemeğimizi yiyoruz. Hızlı olmamız, çok oyalanmamamız lazım. Restoranın duvarlarında hangi günlerde canlı müziğin olduğunu gösteren posterler var. Öğrenciysen yemek fiyatları da indirimli. İşte öğrencilik günlerine geri dönmeyi istemek için bir sebep daha. 




Parayla ilgili tek sıkıntının annenden babandan nasıl para isteyeceğini düşünmek olduğu tasasız öğrencilik günleri. Bir de gençliği anımsatıyor bu günler tabii. Öyle olunca insan ister istemez derinden bir "Ahhhh!"çekiyor. 


Chris Church College


Bir gün içinde Oxford'u ne kadar tanırız? 
Gidip geldikten sonra bile bu soruya kesin bir cevap vermek zor. Elbette sabahtan akşama kadar şehri hızlıca gezmek, "Oxford'a gittim." demek için yeterli. Yine de ben şehrin her tarafını gördüğümü iddia edemeyeceğim. Yola düştüğümüzde de bir hedefimiz var. Birçok okulun içinde Christ Church College'ı gezmek, Harry Potter filminde öğrencilerin ve öğretmenlerin yemek yediği salona ilham kaynağı olan salonun gerçeğini, -Great Hall-, görmek istiyorduk. Yemeğimizi yedikten sonra da oraya yöneldik. Etrafta sadece bizim olacağımızı düşünmek büyük bir yanılgıymış elbette. Türkiye'den de bir sürü okul öğrencileriyle birlikte oradaydı. Hepimiz geniş girişten ilerleyip biletlerimizi aldık ve serin taş duvarların çevrelediği okulun içine girdik. Yanlış hatırlamıyorsam Kuzey'le birlikte girişteki kilisede okul hayatıyla ilgili bir dilekte bulunduk. Bu dileğimizin gerçekleşmesi durumunda bizim daha çok çalışmamız gerekecek ama artık yapacak bir şey yok😀

Yaşlı bir bey ziyaretçileri karşılıyordu. 


Biz de peşine takılıp taş merdivenler boyunca ardından yürüdük. Birkaç dakika sonra herkesin görmek için sıraya girdiği Great Hall'un önündeydik. Sonrası malum. Hayat umut edince, içinden dilekler tutunca ve tüm samimiyetimle söylüyorum gezince güzel. Kendi kabuğundan sıyrılıp başka yerlere gidince insanların hayatlarının nasıl olduğunu görüyorsun. 
İçinde bulunduğum güvenli taş duvarların arasında bir zamanlar Lewis Carrol'un Alice Harikalar Diyarı'nı yazdığını düşünmek benim için dünyadaki minik sürprizlerden birine dokunmak gibi. 





Daha sonra okulun dışını saran sokaklar arasında yürüdük. Yaşadığımız şehri düşününce geçmişin izlerini üzerinde hâlâ dünmüş gibi taşıyan şehirler insana mistik geliyor. Parke taşlı sokaklar, yüksek taş duvarlar, dimdik şekilde ayakta duran binalar, ahşap kapılar... Şehrin merkezine geri dönünce günümüzün "Fast Food Zincirleri", paranın günlük yaşamın zorunluluğu olduğunu anlatan banka şubeleri çıkıyor karşımıza. Yine de sahiplerinin ruhunu kattığını gördüğümüz birçok irili ufaklı dükkan var. Christ Church College'ın hemen yakınlarına düşen Alice'in dükkanına girmeyi kesinlikle unutmayın. Alice severler için öyle güzel hediyelik eşyalar var ki kendinizi bu dükkanın içinde bir masal diyarında gibi hissedecek, eliniz kolunuz dolu çıkacaksınız.

College'ların hediyelik eşya dükkanları var tabii bir de. Ben buradan kendime bir Oxford Kupası aldım. Çayımı, kahvemi içtikçe bu küçük kenti anımsıyorum. Şehirden ayrılmadan önce etraftaki kalabalığı izleyebileceğimiz ve bir kahve içebileceğimiz bir yerde oturmaya karar verdik. Bunun içinde konum olarak nefis bir yerde bulunan Waterstones kitapçısını tercih ettik.
Pencerelerin ardındaki şehri izlemek ve dışarıdaki yaşama kalabalıkların ardından bakmak bize çok iyi geldi. Kahve keyfinin ardından tren vaktimiz yaklaşmıştı. Biz de bavulumuzu emanete bıraktığımız hostele yürüyüp, küçük istasyona doğru yol aldık.

🌍   "Londra'dan Oxford'a nasıl giderim?" diyenler: Otobüs seçeneğiniz de olmasına rağmen ben bir tren sever olarak size treni tavsiye edebilirim. Bunun için www.thetrainline.comsitesinden bilet almanız mümkün. Saatlerine baktıktan sonra istasyona gidip trene binmeden önce de biletinizi alabilirsiniz. Sıklıkla Oxford'a giden tren var. Yok ben trene hemen bineyim, yolculuk sırasında parasını öderim derseniz bu size bir hayli pahalıya mal olacaktır. Bu arada trenler sıklıkla Londra Padington İstasyonu'ndan kalkıyor.

🌍  Oxford'a geldim. Gelmişken bir de şehirdeki Harry Potter mekanlarını tek başıma aramayayım, bunun için bir tura katılayım diyenler:  ŞURAYI tıklayıp bilgi alabilirler. Hatta buradan tur için gerekli olan rezervasyonu bile yaptırabilirsiniz.

Eleştiresim var: Paris Bir Şenliktir

$
0
0
Paris Bir Şenliktir kitabı benim başucu kitaplarımdan biri. Her yeni yıl sabahı bu kitabı okuyorum. 
Senenin iyi geçmesi ve sevdiğim şehre daha sık gitmem için adını koymadan tuttuğum bir dilek bu. Aileyle birlikte geçirilmiş bir gecenin ertesinde herkes daha yataklarındayken kalkıyor, parmak uçlarıma basarak mutfağa gidiyor ve çayı ocağın üstüne koyuyorum. Birkaç dakika sonra suyun kaynadığını belli eden fokurdama sesi ulaşıyor kulaklarıma. Tezgahın altındaki dolaptan çayı alıyor ve demliyorum. Sadece kendime göre. Herkes uykuda.


Sonra bir gece evvelden mutfaktaki küçük kitaplığın rafına koyduğum kitabımı elime alıyor ve ilk sayfasını çeviriyorum. Yıpranmış, kapağının kenarları kıvrılmış bir kitap bendeki. Çok okunmuş olması kitabı benim gözümde daha da kıymetli yapıyor. Bu kitabın benim olduğunu, üstünde ömrümden geçmiş nice yeni yıl sabahını taşıdığını biliyorum ya...
Hemingway'in sanki benim için özellikle yaratmış olduğu bu kitapla Paris'e doğru tek yön biletimi elimi almışım gibi hissediyorum.

Okuyanları sıkıyor olma ihtimalim olsa da Paris'i çok sevdiğimi söylemeden durmam mümkün değil. Olmuyor. Dudaklarımın çimden taşan bu duyguyu her fırsatta tekrar ediyor. Tıpkı Pariste Bir Geceyarısı filmindeki gibi önüme başka bir devirde yaşamayı seçme hakkı konulsaydı 1920'lerin Paris'inde yaşıyor olmayı seçerdim.

Sanırım buraya kadar söyleyeceklerimi söyledim. bu çok sevdiğim kitabın uzun zamandır yeni bir baskısı yapılmıyordu. Sahip olduğum kitabın baskısı da çok uzun yıllar önce basılmış. Nasıl olduysa yıllar önce bir kitapçının rafında avucumun içine düşmüştü. Okuyunca öyle hoşlanmıştım ki Hemingway'in Paris'inden, sevdiğim kafelerin kitaptaki uğrak yerleri olmasından, şehrin sokakları arasında dolaşmaktan, kitap okumayı ya da Paris'i seven herkese tavsiye edip duruyordum. 
"Ay, ne olur okuyun bu kitabı çok seveceksiniz."

Nihayetinde geçtiğimiz senenin kasım ayında kitabın yeniden basıldığını gördüm. Yazarın diğer kitaplarının yanında duran bu kitaptan iki tane kaptığım gibi kasada buldum kendimi. Kitabın bir tanesi benim, diğeri de uzun zamandır bu kitabı bulmaya çalışan bir arkadaşım içindi. Planım kitabı yeni yılın ilk sabahında okumak olduğu için bir kenara kaldırdım. Yılbaşı hediyesi niyetine de birçok arkadaşıma alıp hediye ettim. (Benim sevdiğim bir kitabı etrafımdaki insanlara okutmam şart)

Kitabı ilk basımından farklı kılan şeylerin başında Hemingway'in oğlu Patrick Hemingway'in (Hemingway Pauline Pheiffer'dan olan ilk oğlu) ve torunu Sean Hemingway'in bu kitabın genişletilmiş baskısı için birer önsöz yazmış olmaları geliyor.

Sean Hemingway ne yazık ki büyükbabası Ernest Hemingway'i hiç tanımamış.
Amcası Patrick Hemingway'den Hemingway'in bu kitaba  ait el yazmalarına bakma teklifi geldiğinde buna çok memnun olmuş. Oğul Hemingway, Hemingway'in son eşi Mary Hemingway öldüğünden beri babasının kitaplarıyla ilgili tüm işleri üstüne almış. Paris bir Şenliktir, yazarın ölümünden sonra yayınlanmış ve kitapta birçok yerde Mary Hemingway'in değişiklik yaptığı biliniyormuş. (Yazar olmak gerçekten soyunmayı gerektiriyor ve ölünce ne kadar ünlü bir yazar olursan ya da Nobel ödülü almış olursan ol, karın kitaplarında yazanları değiştirme hakkını kendinde buluyor.)

Peki Patrick Hemingway neden yeğeninden el yazmalarını incelemesini istiyor?

İçini kemiren bir şey var çünkü. Üstünde oynanmamış el yazmalarının içinde annesi Pauline ile ilgili bir şey olup olmadığını öğrenmek istiyor. New York'ta bulunan Metropolitan Museum of Art'ta küratörlük görevini yapan Sean Hemingway amcasından gelen teklifi mutlulukla karşılıyor ve aynı zamanda işini de yaptığı beş yıl boyunca gecelerini ve hafta sonlarını bu işe ayırarak büyükbabasına ait el yazmalarıyla yatıp, onlarla kalkıyor. Bu uzun sürecin sonunda Hemingway'in yazdıklarının en oynanmamış halleri okuyucuyla buluşuyor. Mary Hemingway'in okunmasını uygun gördüğü değişikliklerden arınmış bir kitap var karşımızda. Örnek vermek gerekirse, yeni baskıda Scott Fitzgerald'ı daha çok seven ve edebi yeteneğine saygı duyan bir Hemingway görüyoruz.  Daha önce yayınlanmamış bölümlerin kitaba eklenmiş olması da bizi bunca yıl sonra yeni Hemingway yazılarıyla buluşturuyor.

Benim eleştirim bundan sonra başlıyor.
Kitabı okumaya başlayınca bir tuhaflık hissediyorum. Önce bunun ne olduğunun tam olarak adını koyamasam da sonra fark ediyorum ki kitabın yeni çevirisinde beni rahatsız eden bir şeyler var. Sonuna geldiğimde unuttuğum cümlelerin başına tekrar dönüyorum. Sorun sadece cümlelerin uzun oluşu değil. Bunun ötesinde bir anlam bozukluğu var. Yazıların anlaşılmasını güçleştiren lüzumsuz devrik cümleler. Okurken cümlenin içindeki dengesini kuramadığım kelimeler. Eski baskıda böyle hissetmediğimi anımsıyorum. Çünkü öyle olsa daha önce de dikkatimi çekerdi bu durum. Kitaplığa gidip kitabın eski basımını ve İngilizcesini alıp kontrol ediyorum. 

Şaşırtıcı olan kitabın daha önce çevirisini yapan kişiyle yeniden basımında çevirisini yapan kişi aynı. Dikkatimi çeken yerlere dönüp İngilizcesini okuyorum. Süper İngilizcem var diye bir iddiada bulunamam. Yine de okuduğum yerlerdeki çevirilerin daha basit olabileceğini anlıyorum.  Beni okuduğumdan uzaklaştıran kelimeler var çeviride. Ayyaş yerine bekri kelimesi mesela. Bu kelimeyi şimdiye kadar hiç duymamışım. Yol ya da patika yerine yolak kelimesinin kullanılması beni yazıdan alıp uzaklaştırıyor. 
"Lüksemburg Bahçeleri'nin yıkanıp tazelenmiş çakıllı yolaklarında temiz keskin rüzgârda yürüyordunuz."
Yolak kelimesi nedir yahu? 
Yol ya da patikaya ne oldu? (İngilizcesinde path yazıyor.)
Ya imla kuralları?
Bir de  lüzumsuz devrik cümleler...
Bu örnekleri çoğaltmam mümkün. Çevirmenin daha önce daha iyisini yapmışken bu çeviride neden bu sözcükleri kullandığını bilmiyorum. Uzmanlığım olmayan bir konuda da yersiz eleştiriler yapmak istemem. 
İyi bir okuyucu ve ciddi bir Hemingway sever olarak bilmediğim ve konuşma dilinde de hiç duymadığım Türkçe kelimelerin beni çok sevdiğim bu kitaptan uzaklaştırmış olduğunu söylemem şart. 

Bilgi Yayınevi'nden bahsediyoruz. Okuyucunun biraz daha özeni hak ettiğini düşünüyorum.
Bence olmamış. Ne diyeyim?

Farklı bir Paris Gezisi

$
0
0
"Paris'i ilk kez ziyaret edecekler için mutlaka gidin!" denilecek yerleri hepimizi biliyoruz artık.😀

Azıcık toparlamak gerekirse Eyfel Kulesi'nin mutlaka tepesine çıkılmalı, Champs Elysees'nin geniş kaldırımları boyunca yürünmeli, Ladurée'de bir kahve eşliğinde birkaç makaron yenilmeli, kasa önündeki uzun kuyrukta beklenip eşe dosta götürmek üzere ince bir zevkin ürünü olan kutuların içindeki makaronlardan alınmalı, Montmartre'a ve Ressamlar Tepesi'ne çıkılıp soğan çorbası içilmeli, Sacre Couer'e girilip sonra beyaz katedralin meşhur merdivenleri önünde bir fotoğraf çektirilmeli, Notre Dame Katedraliönündeki kalabalığa karışıp Victor Hugo'yu hatırlamalı, kesinlikle Seine Nehriüzerinde bir bot turu yapılmalı, bir durakta inip diğer durakta bindiğimiz botta kendimizi şehrin sahibi hissetmeli, Sorbonne Üniversitesi'nin bulunduğu Latin Quarter civarında gezinmeli....

Paris anlatmakla bitmez tabii. İlk gidişte de yapacak çok şey vardır, sonraki gidişlerde de liste uzayıp gider; tek fark artık şehrin derinlerine doğru yol almaya başlamışsınızdır. Ve siz Paris'i sevmeye başladıkça, o da sizi sever. Kucağını açar ve sıkı sıkı sarılır size. Hiç çekinmeden söylüyorum ki tüm dünyayı gezme şansım olmadıysa da şimdiye dek dünya üzerinde en sevdiğim şehir Paris💖


Ben benimle Paris'i gezmek isteyen arkadaşlarıma ya da "Paris'e gidiyorum ama farklı bir Paris yaşamak istiyorum." diyen arkadaşlarıma benim Paris'imi anlatıyor ya da gösteriyorum.

Paris her gittiğimde bana başka kapılar açıyor, bilmediğim bir yerini gösteriyor. Bazı arkadaşlarım "Ben yemeğe-içmeye çok düşkün değilim, bana pahalı restoranlardan ya da kafelerden bahsetme. Gezilecek yerleri anlat sadece." diyor. Ama Paris gerçeği bu değil arkadaşlar! Zaten Paris'te hiç kimse çok yemiyor; ama çok lezzetli şeyler yiyor, tadıyor. Paris'in bistrolarını, sanatçılara, yazarlara, ressamlara ev olmuş kafelerini anlatmadan ve o kafeleri yaşamadan gerçek bir Paris seyahati apmış olamayız zaten. Paris demek hayatın sokaklarda aktığı bir yaşam demek. Ben de yeme-içme olayına pek düşkün değilim. Açlığını bastırmak için yiyen tiplerdenim. Çay ya da kahvesiz yaşadığımı düşünemiyorum ama. Ne zaman bana biri, "Bir adaya düşsen yanına alacağın...."şey gibi bir soruyla yanaşsa aklımdan ilk olarak çay geçer. 😀  
Gelelim Paris'e. Paris yeme-içme olayından uzak durmaya niyet edenleri bile etkisi altına alır. O yüzden bu yazı birçok bistro ve kafe önerisi de içerecektir. Şimdiden söyleyeyim.

🎈    Paris Kafe ve Terasları

Paris'in yaz kış dolu olan ve insana "hayatın doğduğumuz zamanla öldüğümüz zaman arasında yaşadığımız zaman diliminden ibaret olduğunu"hatırlatan kafe terasları. Ben Paris'e gidince hep böyle hissediyorum. İnsanoğlu dünya üzerinde küçücük bir nokta. Bir kafenin sokağa bakan terasına oturup bol köpüklü bir kahve söyleyip önünden akan yaşama bakmasından daha güzel bir şey yok. Hele yanında bir de sıcak bir sohbet varsa Paris'li olmanın ilk kuralını yerine getirmiş oluyoruz. Tatiller biraz da günlük hayatımızdaki hızımızı düşürmek için aldığımız kısa molalar değil mi? "Dünyanın en güzel kafeleri Paris'te!" diyorum. Dinleyim beni ve kendinize soluklanmak için bir fırsat verin.

Sonra Hemingway'in yazılarını yazdığı kafede kim oturmak istemez? Ya da Picasso'nun?
Simone de Beauvoir ile Sartre'in oturup birer kadeh içki içtikleri kafeye gidip, "Sahiden bu masada bir zamanlar Simone de Beauvoir da oturmuş mudur?" diye düşünmek istemez misiniz?

Simone de Beauvoir ve Sartre arkadaşlarıyla birlikte Cafe de Flore'da.
Ya da Closerie des Lilas'nın önünden geçerken Hemingway'in bu kafeden içeri girecek kadar parasının olmadığını ve dışarıdan kafede ailesiyle oturan James Joyce'u seyredip iç geçirdiğini.

Hemingway, Amerikalı yazar Janet Flanner ile Les Deux Magots'da.
Bu anlattıklarımdan sonra biraz olsun aklınız çelinmiş olmalı.
Benim favori Paris kafeme gelince: Lüksemburg Bahçeleri'nin karşısına denk gelen, Le Rostand.

🎈Paris'in en eski kafesi ve en iyi sıcak çikolatası: Angelina

Tamam tatlı da yemek istemiyorsunuz. Siz de benim gibi kilonuza dikkat ediyorsunuz. Ama diğer taraftan da Paris'in en iyi sıcak çikolatası diye bilinen ve bilmem kaç yıllık tarihiyle neredeyse şehrin tarihine eş tutulan Angelina'ya gidip bir bardak sıcak çikolata içmeyeceksiniz öyle mi?
Yapmayın Allah aşkına 🙉 İstanbul'a dönünce sadece lahana ile beslenirsiniz birkaç gün. Tarif isteyenler Dilara Koçak'ın Vicdan Çorbasına doğru yola çıksın. Malzemeler: ...😂



🎈Paris Mezarlıkları

Klişe bir şeyler istemiyorsunuz ama tam bir edebiyat tutkunusunuz. Simone de Beauvoir'ı seviyorsunuz ve benim gibi her sene en azından bir kitabını okuyup anlamaya çalışıyorsunuz. Sartre'ı okumak için biraz daha zamana ihtiyacınız var. Öyle olduğunu düşünüyorsunuz ve doğru zamanın gelmesini bekliyorsunuz. Diğer yandan Margueritte Duras, canınızın içi. Onda insana ait tüm kırılganlıklar ve şaşılacak kadar da kuvvet var. Susan Sontag'ın bu şehirde öldüğünü bir yerlerden duymuş muydunuz peki? O zaman Önce Cafe Le Select'te oturup bir kahve için, ardından Montparnasse Mezarlığı'nı gezin. Küçük ama duymak isterse insana çok şey anlatacak bir mezarlık orası.

Bir de Pere Lachaise Mezarlığı var. İnsanı içine alıp, kaybolma duygusunu yaşattıracak kadar büyük bir mezarlık orası. Bizden de Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney'in mezarları orada. Dünyaca ünlü bir çok ünlü de. Elinize bir harita almadan orada aradığınız mezarı bulmanız mümkün değil. Mezarlığa girmeden dışarıdan bir harita alın mutlaka.

🎈 Paris Kitapçıları

Kitapçıları gezin Paris'te. İrili ufaklı bir sürü kitapçı var sokakların içinde. St. Germain Bölgesi özellikle kitapçıların, kırtasiyelerin, sanat malzemeleri satan dükkanların olduğu bir cennet. Ne ararsanız var orada.


Sakın ama sakın St. Germain'de dolaşmadan, Lüksemburg Bahçeleri'ne doğru bir yürüyüş yapmadan, parkın sakinliğinin içinde yol almadan dönmeden Paris'ten. Yakınlardaki bir marketten yemeğini alıp öğle yemeğini parktaki demir sandalyelerden birine oturup, güvercinleri seyrederken yemek yemek bir Paris klasiği. Notre Dame Katedrali'nin çaprazındaki Shakespeare and Co,  St. Severin Kilisesi'nin yakınlarındaki Abbey Bookshop, St Germain Bölgesi'ndeki Gibert Jeune'ler, Rivoli Caddesi'nde Librairie Galignani (Angelina'ya çok yakınsınız bu arada)

Librarie Galignani

Bence Paris'te en keyifli kırtasiye alışverişi için de Marais'de bulanan alışveriş mağazası BHV'ye gitmeniz şart. Kendinizi kaybedeceğinizin garantisini şimdiden verebilirim. 


🎈Paris'te Müze Gezmesi

Elbette Louvre Müzesi'ni gezin. Sadece çok kalabalık olacağını, temelde herkesin öncelikli ulaşmak istediği tablonun Mona Lisa olduğunu ve Mona Lisa'nın da hayallerinizde canlandırdığınız gibi büyük bir tablo olmadığını bilin. ya da bu söylediklerimi unutun ve Mona Lisa'nın karşısına geçince, tabii kalabalığı yarıp ön sıralara ulaşabilirseniz, şaşırın. 😀

Gustav Moreau Müzesi birçoğumuzun bilmediği bir müze. Kesinlikle gidilmeye değer bir müze burasu.
Şimdi sıra farklı bir şeylerde. Birçok kişinin (tıpkı benim gibi) gitmeyi erteledikleri bir müze Rodin Müzesi çünkü bu şehir sahiden de insanın aklını başından alıyor. Bir kafede oturayım, Paris'in sokaklarında ayaklarım beni nereye götürürse oraya gideyim dedikçe akşamı ediyor, vaktin nasıl geçtiğini bir türlü anlayamıyorsunuz. Siz benden daha akıllı davranın. İpleri elinize alın. Hem kafelerde keyif yapıp kahvenizi için, hem de cebinizdeki Paris'te yapılacaklar listesinde gittiğiniz yerlere birer birer  çarpı atın.

Victor Hugo'nun Evi'nin gezmenin ücretsiz olduğunu biliyor musunuz?
Mesela Hem Rodin Müzesi'ni gezin. Hem de müzenin nefis bahçesinde kahvenizi için. Oldu mu?

İkna edebildim mi sizleri?

Musee D'Orsay'ı da unutmayalım lütfen?

🎈 Şehrin en eski lokantası: Le Bouillon Chartier Paris

Size gizli bir yerden bahsettiğimi unutmayın lütfen. Şehrin tarihi iki yüz seneden eskiye dayanan bu lokantası Fransızların gittiği bir yer. Elbette şimdilerde turistler de gizli mekanı keşfetmiş. (Hepsi değil ama😀  )
Lokanta sokaktan ayrılan bir pasajın içinde. Önünde uzayan sırayı görecek ve muhtemelen kaçıp gitmek isteyeceksiniz. Yapmayın. Bekleyin. Çok kısa bir sürede içeri gireceğiniz garanti. Devasa ve eski bir salonda menüsüz bir lokantada yemeğinizi yiyecek ve bir Fransız ritüeline dahil olduğunuz için mutlu olarak ayrılacaksınız oradan. Üstelik pahalı da değil.

Adres: 7 rue du Faubourg Montmartre

Adreste Montmartre yazıyor olsa da bizim bildiğimiz anlamda Montmartre'ın Sacre Coeur civarlarında lokantayı aramak yanlış olur. Grands Boulevards metro durağında metrodan inip adresi aramak en kolayı.

Elbette daha anlatacak çok şeyim var ama şimdilik bu kadar. 💋

Liste 3- Yaşadığınız en güzel anların listesini yapın

$
0
0

52 Liste Projesi

#Liste 3- Şimdiye kadar yaşadığınız en güzel anların listesini yapın.

Yaşadığımız en mutlu anların listesini yapmak pek de öyle kolay değilmiş. Ne tuhaftır ki insan böyle bir soru ile karşı karşıya kalınca aklına ilk önce yaşadığı en kötü zamanlar geliyor. İyiye uyum sağlayıp, hemen adapte olsak da kötü şeyler ne çok iz bırakıyor üstümüzde. Tabii, üç haftadır yapmaya çalıştığım bu listeme işinin temel amacı hayatın pozitif yanında kalmaya çalışmak. 

Peki benim hayatta yaşadığım en güzel anlarım neydi?

📌   Babamla yaptığımız seyahatler

Mutluluktan gözümden yaşlar geldiği anlar olduğunu iddia etsem de çocukluğumda babamla beraber aldığımız uzun yollar bu sorunun benim için vereceğim ilk cevabı olacaktır. Kardeşim ve ben arabanın arka koltuğuna oturur, babam önünde uzanan dümdüz yol boyunca hızla ilerlerken, arabanın açık camından az önce çiğnediğimiz sakızın küçük naylon ambalajını rüzgara karşı tutardık. Kağıt bir ileri bir geri parmaklarımın arasında pır pır ederek ilerler dururdu. Kağıdın kulağımda bıraktığı ses bugün bile kulaklarımdadır. Şimdi düşündüğümde de o görüntüyü gözlerimin önüne getiririm. Hatta bu sahne yol üzerine bir filmin girişi bile olabilir bence. Keşke ailece yolda olduğumuz o mutlu günlere tekrar dönebilsek.

Fotoğraf: Buradan
Bu seyahatlerimizden birinde İbrahim Tatlıses yeni bir albüm çıkarmıştı. Sene 1984. Tüm yol boyunca evir çevir kaseti dinlemekten içimin ezildiğini çok net hatırlıyorum. Yolculuğumuzun sonunda kardeşim de ben de Dom dom Kurşununu ezberlemiştik. Keşke şimdi yine babam olsa da yine dom dom kurşununu dinlesek diye geçiriyorum içimden.

📌   Kuzey  💖

Kuzey'in aramıza katılması ile ilgili "özel tek bir spesifik anı" bulup seçemiyorum. Kucağıma aldığım ilk anın dışında bir şey onunla aramdaki. Benim bünyemde her şey garip gelişiyor zaten. Oğlumla gerçek anlamda tanışmam için de kalabalıkların aramızdan çekilmesi ve yalnız kalmamız gerekti. Her düşündüğümde onunla yaşadığım her anın hayatımdaki en güzel anlar olduğunda karar kılıyorum. Kavga ettiğimiz anlar da dahil😉



📌   Gordes'da güzel bir haber!

Provence'da çevre köyleri gezdiğimiz yaz. Oradan kiraladığımız bir arabayla dağ bayır geziyoruz. En lezzetli yemekleri yiyip, her gördüğümüz yerde dondurma alıyoruz. Tatilse ve yazsa istediğimiz kadar dondurma yemek serbest. Russell Crowe ile Marion Cotillard'ın oynadıkları "İyi Bir Yıl" (A Good Year) filminin çekildiği minik kasaba Gordes'dayız. Kasabanın meydanında kurulu pazar yerinde geziniyor, lavanta kokan sabunları koklayıp, el işi peçetelere bakıyoruz. Sonra telefonum çalıyor. Telefonun ucundaki ses şöyle diyor bana: Hayırlı olsun Özlem'cim. Kuzey giriş sınavını kazandı.

O telefon Kuzey'in okul hayatındaki bir perdeyi kapatıp, yeni ve başka bir perdenin açılmasına sebep oluyor. Ve benim Kuzey'in okul hayatı için hayal ettiğim şey gerçekleşmiş oluyor. Bu haber hayatımda aldığım en güzel haberlerden biridir. 😍

📌   Fiyordların sessizliğinde

Selçuk'la birlikte olduğumuz bir an. Kendimize ayırdığımız, sırtımıza sırt çantalarını atıp yola düştüğümüz bir zaman. Dünyanın en güzel tren yolculuklarından biri kabul edilen Flam Treni ile (Flamsbana) Flam kasabasına varıyoruz. Oradan da bir fiyord teknesine binerek fiyordların içinde bir yolculuğa çıkıyoruz.


O derin sessizliğin içinde öyle bir an geliyor ki kalp atışlarımı bile duyabiliyorum. Kapkara sulara bakarken tarif edemeyeceğim bir mutluluk içimi kaplıyor. Saçlarımı havalandıran bir rüzgâr esiyor. O anı tüm hayatım boyunca saklayacağıma kendi kendime söz veriyorum.



Viewing all 282 articles
Browse latest View live